Google Play Store
App Store
8 Mart’ta rejime barikat kuralım

İlda Alçay SEPETOĞLU

Bu yıl 8 Mart’ı içerisinden geçtiğimiz toplumsal tarihin özgün evrelerinden birinde karşılıyoruz.

Özgün diyorum çünkü bir yanıyla adım adım inşa edilen siyasal İslamcı rejimin ekonomik, toplumsal ve politik saldırılarının sertleştiği ve muhtemel surette iktidarın varlığını sürdürebilmek için, kendisinden olmayan her sese daha da saldıracağı günlerden geçiyoruz. Ancak diğer yanıyla da tüm bu sıkışma, baskı ve saldırıların içerisinde henüz parçalı olsa da toplumun hemen her kesiminde yükselen direnişler, grevler, eylemler örgütlü bir toplumsal mücadelenin hemen eşiğinde olduğumuza da işaret ediyor.

ÇAĞRI OLMALI

Bu yüzden bu yıl 8 Mart’ı karşılamak biraz da kadınların yükselttiği mücadelenin bütünlüklü ve en geniş kesimlerde örgütlü bir mücadeleye dönüşmesine çağrı olmalıdır.

Bu noktayı uzun vadeli bir tartışmaya açmak feminist mücadelenin aynı zamanda niteliği, yol arkadaşları ve biçimine dair de yol gösterici olabilir. Elbette burada başlı başına bir tartışma yürütmek mümkün olmasa da şunu açıkça söyleyebiliriz: Kadın mücadelesi bugüne kadar aile, ev içi emek, şiddet veya kadının bedeni ve cinselliği gibi konular üzerinde önemli tartışmalar başlattı. Bunun ilk çarpıcı etkisini hepimizin hafızasında kazılı olan ‘Dayağa Karşı Kampanya’ ile görmüştük. O günlerden bugüne uzanan tarihin içerisinde kadınların her bir kazanımı, özellikle İslamcı faşist rejimin her türlü saldırısına karşı pek çok hukuki kazanım, ortak eylemlikler ve örgütlü bir güç açığa çıkmıştır. Bunların hepsi hiç şüphe yok ki, feminist mücadelenin sayesinde oldu.

Ancak tam burada tartışmamız gereken feminist kazanımların nasıl toplumsal dönüşüme katkı sağlayacağı meselesi olmalı. Bu dönüşümün biricik yolu belki de kurulacak ittifaklar ve politikalar üzerine yani siyasal alanı yeniden kurmak üzerinde düşünmekten geçiyor. Başka bir deyişle feminist mücadele ancak toplumsal bir mücadelenin aktif bir öznesi olmayı başarabilirse köklü bir dönüşüm yaratma imkânı bulabilecektir. Bütünlüklü bir mücadele ve siyasal alan inşası kadın hareketi açısından kaçınılmaz gibi görünüyor.

Belki burada bütünlüklü bir politikadan ne kastettiğimizi açmakta fayda var. En nihayetinde bugün kadınların yaşadığı sorunların her biri neoliberal politikaların ve onunla iç içe geçmiş siyasal İslamcılığın sınırsız sömürü ve tahakküm politikalarının başka başka fay hatlarıdır. Bu meselelerin hiçbiri kendiliğinden var olmuyor ya da içlerinde doğup büyüdüğü düzenin toplumsal ekonomik ve politik muhtevalarından azade ortaya çıkmıyor.

Siyasal İslamcı rejim yalnızca kadınları ikincilleştirmeye çalışmıyor aynı zamanda bunun hegemonik politikasını da ortaya koyuyor. Bunu da kendi varlığını inşa ettiği emek rejimi, yeni bir toplumsal cinsiyet rejimi ve elbette tüm bu piyasalaştırmanın denetim mekanizmalarını kurarak gerçekleştiriyor. Böylece bir yandan kadınlara uyumlu olmasını, iyi bir eş ve anne olmasını, ikincilliğini salık veriyor, diğer yandan da her türlü dinci gerici politikalar eliyle bir itaat rejimi yaratıyor. Sınırsız emek sömürüsü, eğitim, sağlık gibi tüm kamusal hizmetlerin piyasalaşması ve pek çok yükün aileye devredilmesi kadınları bu rejimin olağan kulları yapıyor. Bu olağanlaştırılmış kulluk, kadınlara doğaları gereği dışlanma, baskı ve tahakkümü kabul etmek zorunda olduklarını ikna etmeye çalışıyor. Ama bir adım ilerisinde yurttaşlığı da sınıfsal eşitsizlik temelinde yeniden kuruyor. En sert biçimde ilk önce kadınlara söylenen ama yoksullara, emekçilere, işsizlere, gençlere yani toplumun tamamına, düzenin çarklarını döndürmek için iktidardaki bir avucu beslemek zorunda olan, kamusal haklarından ve hizmetlerden mahrum bırakılmış, dinci gericilikle geleceği çalınan ikinci sınıf yurttaşlık pozisyonu işaret ediliyor.

O halde şunun altını çizmek gerek, feminist politika kadınların haklarının, bedenlerinin ve yaşamlarının sınırlarını ifade eden politika alanını genişleterek, gelecek tahayyülümüzü şekillendiren mücadelenin dönüştürücü politikasını açığa çıkarmalıdır.

Eğer feminist ajandamızda kadın emeğine, ikincilleştirilmesine ya da Erdoğan’ın ‘aile yılı’ açıklamasında vurguladığı gibi, kadının yalnızca anne veya eş olarak kodlanmasına karşı bir mücadele varsa, bunun mutlaka ama mutlaka emeğinin değersizleşmesiyle, emek rejimiyle ilişkisini kuracak bir politika hattının ortaklığında örgütlenmesi gerekiyor.

Yine en başat konularımızdan olan kadına şiddet meselesi aynı zamanda ev içi emeğin yeniden üretim süreçleriyle, güvencesiz çalışma koşullarıyla arasındaki ilişkiyi açığa çıkaran bir mücadele hattında birleşmesi gerekiyor.

UNUTMAYIN

Bu rejim günün sonunda hepimize şunu haykırıyor: Toplumsal eşitsizliklere, haksızlıklara, demokratik haklarınızın gasp edilmesine sesinizi çıkarmayın. Bu düzene biat edin ve bunun içinde ailenin temel bir kurum olduğunu unutmayın.

O halde bu haykırışa karşı bir yanıt üretmeliyiz. İslamcı faşist rejimin üzerinde yükseldiği gerici politikaları, emek rejimini ve piyasacılığı karşımıza almazsak bu rejimin tüm cinsiyetçi kodlarına mahkûm olmaktan başka seçeneğimiz kalmayacaktır. Haklarımızı, özgürlüklerimizi, yaşamlarımızı talep eden, bunu emek, eşitlik ve laik mücadelesiyle birleştirecek bir geleceği hep birlikte kurabiliriz.

Bugünden yarınlara, bu da bizim 8 Mart’ta haykırışımız olsun…