Google Play Store
App Store

New York merkezli sosyalist siyaset, ekonomi ve kültür dergisi Jacobin’in geçtiğimiz hafta yayınlanan son sayısının teması “Town and Country” olarak belirlenmiş. Kırsal siyasete odaklanan bu sayı Amerika kırsalının geri kalmış, pastoral bir taşra olarak görülmesine karşı çıkarak ilericiler için taşıdığı siyasi ve ekonomik imkanların izini sürüyor.

Jacobin her ne kadar New York merkezli de olsa dünya geneline hitap eden ve kapitalizmin yapısal sorunlarını ele alarak ekonomik eşitsizlikler, işçi hakları ve toplumsal adaletsizlikler gibi kritik meseleleri gündeme getiren bir yayın. Temaları ve yazar seçkisini de bu çerçevede, geniş kitlelerin gündemine temas ediyor. Bu nedenlerle seçimler öncesinde çıkması pek de tesadüf diyemeyeceğimiz kırsal alan tartışmalarını, hem ABD’de bu konunun nasıl ele alındığını göstermesi bakımından hem de ülkemizdeki durumlara farklı bir perspektif katmasından dolayı önemsiyorum.

Dergi bir yandan ABD’de kırsal ve kentsel siyasetin ayrışma noktalarını kurcalıyor ve kırsal topluluklarla ilerici bir ilişkiye duyulan ihtiyacın altını çiziyor. Kırsal kimliğin medya ve popüler kültürde nasıl tasvir edildiği üzerine tartışmalar bizde yoksullara yönelen “makarnacılar” yakıştırmalarını veya kırsalın iktidara oy verenlerine “her şey müstehak” gören kutuplaşmış ana akım, kaba dili anımsatıyor. Bu sayıda aynı zamanda geçtiğimiz yıllarda Hindistan’da ve Avrupa’da ortaya çıkan çiftçi protestolarına ve Lula’nın başta Topraksız Kır İşçileri Hareketi olmak üzere kırsal topluluklara kurduğu ilişki ile mecliste ağırlığı olan tarım sektörü (agribusiness) yanlıları arasındaki zorluklar ele alınıyor.

∗∗∗

Bunların yanı sıra, Amerika kırsalındaki sosyalist deneyimlere bakıyor; sosyalist köklere sahip küçük kasabaların modern muhafazakar kalelere dönüşümünü irdeliyor. Marksist perspektiften tarım sorunu tartışıyor ve kolektif yönetimin önemini vurguluyor; Sovyetlerin tarım politikalarına ve yine Amerika kırsalının siyasi kimliğine, tercih, talep ve eğilimlerine bakıyor. Kırsal alandaki siyasi eğilimleri şekillendiren kültürel ve ekonomik dinamikleri ve ilerici politikaların bu sorunları ele alma potansiyelini irdeliyor. Pek çok açıdan besleyici bir sayı olduğunu söyleyebiliriz.

Benim daha ziyade dikkatimi çeken ve belki başka yazılarda biraz daha detaylı kurcalanabilir özellikle iki yazıdan söz edebilirim: “Politikalarla Kırsal Siyaset Yapılabilir mi?” ve “Zeytinin Politik Ekonomisi”. Jennifer M. Silva ve Michael Shepherd tarafından yazılan ilki, demokratların kırsal kesimdeki seçmenleri kazanma konusunda karşılaştıkları zorlukları ele alıyor. Yazarlar, kırsal alanlardaki yaşayanların imalat işlerinin azalması, yerel işletmelerin kapanması ve altyapıya yatırım yapılmaması, hastanelerin kapanması gibi hizmetlere erişime ilişkin zorluklarla karşı karşıya olduğunu ve bu bağlamda kömürden çıkış, yenilenebilir enerji gibi politikaları da ilgisiz ve kendi gerçekliklerinden kopuk bulduklarını ifade ediyorlar.

Bu anlamda kırsal-kentsel bölünmenin sadece politikaların eksikliğinden değil, terk edilme duygusundan kaynaklandığını vurguluyorlar. Bu da seçimlerini genellikle bir kültürel uyum yakalamaları nedeniyle Cumhuriyetçilere yöneltiyor. Yazarlar, Demokratların kırsal kesimdeki seçmenlerin ilgisini çekmek için yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu, bu yaklaşımın “politika reçetelerinin ötesine geçerek” bu topluluklar için önemli olan sorunları gerçekten anlamaya ve ele almaya yönelmesi gerektiğini savunuyorlar. Bunun, kırsalın endişelerini dinlemeyi ve sürekli katılım yoluyla güven inşa etmeyi gerektirdiğini ifade ediyorlar.

∗∗∗

Richard Braude’un yazdığı “Zeytinin Politik Ekonomisi” ise, İtalya’nın zeytin üretimindeki emek sorunlarına odaklanıyor. Avrupa kent merkezlerinde çiftçi protestolarının yarattığı görüntüyü modern metropolün parlak cam kenti ve eski tarımsal gerçekliğin topraklı görüntüsünün bir araya gelmesi olarak betimliyor ve soruyor: “Bir hareketin ulusal sınırları gerçekten aştığı nadir zamanlardan biri olan kitlesel seferberlik anında sol güçler neden uzak durdu? İşçi-köylü ittifakına ne oldu?”. Bununla da yetinmiyor, İtalya’da çiftçiliğin ne ifade ettiği üzerine düşünüyor. Siyasal olarak homojen bir emekçi kırsal kitlelerden söz edilmediğini, mazotun yağı ve zeytinin yağı için verilen kavgaya bakarak irdeliyor. “Dünya, İtalya’nın Castelvetrano zeytinine hasretken, İtalya onları toplamak için gereken işçileri, göçmen oldukları için istemiyor” diyor: “İtalya, 500,000’e ulaştığı tahmin edilen mevsimlik işgücü ile Avrupa’nın en büyük ve belki de en acımasız göçmen tarım işçisi işvereni konumunda.” “Eski dünyanın yeni tarımı” diyor “Günümüz Avrupa’sında, sofraya yemek koymak için göçmen işçileri sömürüyor.”

Kısaca sayının tüm makaleleri, kırsal ve kentsel alanlar arasındaki ayrışmanın kimi boyutlarını anlamak ve solun bu bağı tabandan yeniden kurabileceği kimi bağlamlar üzerine düşünmek için besleyici bir tartışma sunuyor.