Google Play Store
App Store

Sabahın erken bir saati. Balıkçılar kahvesinde denize açılmak için Kungfu Hikmet’i bekliyorum. Onu beklerken geçen zamanı düşünüyorum. YKY’den çıkan Helene L’Heuillet’in ‘Gecikmeye Övgü’ kitabını okumuştum yenilerde. Şöyle diyordu kitapta: “Aslında zaman artık yok. Geçmişin bir boyutu değil yalnızca, o artık geçmişte kaldı. Onu kaybettik.” Beklemek ve geç kalma sözcükleri bazı kültürlerde yok, örneğin Kızılderililerde. Cemal Süreya’nın “Beklemek gövde kazanması zamanın” dizesi geliyor aklıma, artık o gövde yok, çünkü kimsenin artık hiçbir şeye hiç vakti yok, çünkü herkes her şeye geç kalmış gibi hissediyor. L’Heuillet de bunun nedenlerinden bahsetmiş denemelerinde. İşi başından aşkın insanlar da, can sıkıntısı çekenler de, tatilini nasıl geçireceğini bilemeyenler de, herkes ama herkes için zaman kaçırılan, yakalanması gereken, öldürülen ya da nefret edilen bir şeye dönüştü.

ÇAYCI

Eskiden böyle olmadığını kendimden biliyorum. Yeni kuşakların anlamayacağı bir şeydi insanın zamanla ilişkisi. Bir yaz günü Marmara Adası’ndaki bir çay bahçesinde şair bir arkadaşımla aynı masada dokuz saat hiçbir şey yapmadan oturup, sadece adanın sıcaktan mayışmış kedi ve köpeklerini, çay bahçesine gelip gidenleri, onlara çay dağıtan çaycının gelen herkesin arkasından mutlaka kötü laf edişini izlemiş, gülmüştük. Çaycı biz kalkınca acaba bizim arkamızdan ne demişti, bir oturdular kalkmadılar, üç tane çay içip yer işgal ettiler mi demişti? Sanmam. Daha tuhaf ve çarpıcı bir gözlem yapmıştır mutlaka.

TİLSİ

Kungfu’yla ilk lüfere çıktığım zamanı hatırlıyorum. Akşamdan denize tonoz atıp lüks lambasının ışığında sabaha kadar kayıkta beklediğimiz o gün ne o ne ben hiç sıkılmadan öylece durmuştuk. Arada termosla getirdiğim çaydan içiyor ve balıkların ışığa doğru bazen zıplayışlarını izleyerek yaşamı, yaşamımı düşünüyordum. O gece, lüks lambasının ışığına böcekler vs geldiği için, balıklar da onların peşinden geliyor, hatta ışığın verdiği sarhoşlukla teknenin içine atlayanlar bile oluyordu. O balıklardan tilsi balığıyla göz göze gelmiştim, sanki zaman durmuş gibiydi o an. Gitme vakti gelip, tonozların ucundaki taşları denizden çekmek için ipe asıldıkça, ipi çektiğim yönde tekne de usulca hareket etmişti, güneşin ilk ışıklarına gömülmüş sisin içinde.

TELAŞ

Yeni kuşaklar, geçmişte akıllı telefonlar olmadan insanların nasıl zaman geçirdiklerini anlamakta eminim zorlanıyorlardır. L’Heuillet, bu konuda daha sert bir gözlem yapıyor, sanki internetten yoksun geçmiş atalar geç kalmış kişiler gibi görülüyor diyor. Büyüklerin ne kadar kıt zekâlı olduklarını, çocukları ya da torunları tarafından alaya alınışlarını gösteren TV programlarından bahsediyor. Ve şu anlamlı soruları soruyor L’Heuillet: "Peki neyin peşinden koşuyoruz? Nereye geç kaldık şimdiden? Çağımızın hangi konuda treni kaçırdığını söyleyeceğiz?" Tam tersine, bu geç kalmışlık hissiyle hayatın ıskalandığını, bir durup kendi içimize bakamadığımız için gerçekte neyi arzuladığımızı, ne hissettiğimizi, gerçekte ne istediğimizi anlayamadığımız bir boşluk duygusu içinde debelenip durduğumuzu fark edemiyoruz. Öznel bir değişim sağlamayı amaçlayan uzun süreli terapilerin bile gözden düştüğü, bir hapla, ya da hap gibi bilgilerle vakit kaybetmeden büyük değişimler arzulayan insanların telaş içinde oradan oraya amaçsızca koşturduğu bir dünya...

Kungfu gelince, düşüncelerim bölünüyor. Haftaya buradan devam... Acelemiz yok...