Acı otlar
Eyüphan Başar için…
Homo Sapiens, ben diyeyim 200 bin yıl, siz deyin 300 bin yıl evveli Afrika’da yaşıyordu. Göç yollarına düştüğünde, basit bir oral dille konuşuyordu. Tam bir dille konuşmaya başladığında ise 70 bin yıl evveldi. O, bundan 30 yıl önce Ankara’da bir mahzene atılıp, günlerce tutulduğunda tek kelime konuşmadı (Tek kap sulu çorba, yarım ekmekle bir bardak su içmeyi de reddetti). Oysa annesinden Kürtçe, ilkokulda Türkçe, daha sonra İngilizce konuşmayı öğrenmişti. Hem de Oxford sözlüğüne yılda sekiz yüzle bin arası yeni sözcük eklenen şu çağda.
O mahzenden çıktı, İstanbul’da dolaştı bir vakit. O çağ, devrimcilik çağıydı, Sovyetler Birliği yıkılmıştı, ama ondan değişen bir şey yoktu. Kafa aynı kafa, yürek aynı. Bir gün evdeki son bulgurları da bitti, aç kaldılar dünyanın en büyük şehrinin göbeğinde, bu açlık tam yedi gün sürdü (polis göz açtırmıyordu).
En sonunda karısı onu kolundan tuttu, dışarı çıktılar, bahçelere daldılar. Domates, salatalık, ıspanak, marul ne varsa topladılar (Kim bunu yapmamış ki, biz çocukken mesela Munzur kıyısında Hıdır Tekin’in bahçesine dalmayı –her yüzme sonrası- günlük iş edinmiştik). İnsanın kıtlık zamanlarında ne yapacağı belli olmaz. Bir haftalık açlığa karşı, bir hafta ot yediler. Sonra karnı ağrıdı günlerce, acı otlardan.
Kıtlık zamanları insanoğlu, yönünü şaşırır. Ortaçağda mesela –açlıktan- “bebek bırakma” yaygındır. Çocuklar çünkü, en kolay elden çıkarılacak şeylerdendir ve kız çocukları en başta gelir. Tabii onlardan da evvel fiziksel özürlü çocuklar. Bu açlık ve kıtlık yılları, hayatın değerinin düştüğü zamanlardır ki, insan çocuğunu nasıl ortada bırakır. Hanselle Gretel, Pamuk Prenses terk edilmiş çocuklar değiller midir? Terk edilmiş çocukları bekleyen şey –yasalara göre- köle statüsüdür
Ona dönüyorum, İstanbul’da tekrar düştü içeri (Bu düşmeler o zamanlar korkunçtu, hayır gözaltında olup bitenler değil sadece, zından sayılan cezaevleri, orada aylarca hatta yıllarca süren direnişler, sakat kalmalar). Bizimki bu defa daha uzun eziyetli haftaların ardından Sağmalcılar adlı –bugün büsbütün unutulan- bir hapishaneye gönderildi, bacakları dizlerinden kırık halde. Orada tam iki sene görüşe yatakla getirip götürdüler. Ve o tam düzelmeden açlık grevleri başladı.
Tam belgelenmiş ilk kıtlık, MÖ 441’de Roma’da başladı. Değişen iklim koşulları, besinlerin bozulması, yiyecek dağıtımındaki sorunlar nedeniyle sık sık kıtlık yaşanmaktaydı. 426’da aç kalan binlerce Romalı kendini Tiber nehrine atarak intihar etti. Yöneticiler, buğdayı bir tür cezalandırma ve boyun eğdirme aracı olarak kullanıyorlardı.
Ama Eyüphan ve arkadaşları kendi istekleriyle yemiyorlardı, Romalı yöneticilerin tersine kapılarında çorba kaynatan idareciler vardı, açlık grevini bırakmalarını istiyorlardı. Körlemesine aç kaldılar, korsakof ve B1 nedir bilmeden. Eyüphan –tesadüfen- ölmedi ama sakat kaldı.
Yıllardan sonra geçen hafta yanıma geldi, üç gün kaldı, üç gece boyunca konuştu, şimdi bir deniz kıyısı kasabasında –iki eliyle bir kaşık tutamadığı halde- tek başına yaşıyor. Ortaçağ’ın değil, 1990’ların terk edilmiş çocuğudur o.
Geçen hafta -40 bin kişinin öldürüldüğü, yüz binlercesinin yaralandığı bir soykırımın ortasında- Gazze’de –İsrail ablukasında- insanların ot yemeye başladığı haberleri geldi, laletayn acı otlar bunlar. Ancak insanlık olanı biteni sadece seyrediyor. 1990’lardan –veya Eyüphan’dan- bu yana hayatın değerinin daha da düştüğü yıllar içindeyiz.