Acı tanışıklığı

Hande Çiğdemoğlu

Sevgili Kardeşim,

Adını bilmiyorum, adımı bilmiyorsun. Yüzünü hiç görmedim, seni tanımıyorum. Öfkelenince susar mısın mesela, neşelenince kıpırdanır mısın? Sen de beni tanımıyorsun. Ağzımdan çıkan en kötü sözü duymadın. En sevdiğim şarkıyı, duyunca ağladığım şiiri bilmiyorsun. Kahve mi seversin, çay mı? Neyse, bunların bir önemi yok. Sana bu mektubu yazmam, senin de bir ihtimal okuman için ezberlenmiş tanışıklıklara ihtiyacımız yok. Çünkü biz birbirimizi daha derin, daha öz bir yerden tanıyoruz. Acı!

“Acı tanışıklığı olur mu?” diyebilirsin. Keşke olmasaydı. Keşke benim yaşadıklarımı yaşamasaydın, keşke ben seni bu denli iyi anlamasaydım. Keşke seninle pırıltılı bir günde, sevinçli ortaklıklarla karşılaşsaydık.


Sen buza kesmiş bir Pazartesi’ye sarsılarak uyandın yakın zamanda. Ben boğucu bir Salı’ya başlamıştım. İkimiz de titredik. Soğuktan ya da sıcaktan değil korkudan. Seni ve hislerini tanıyorum. Sabaha karşı kalbinle birlikte bedeninin duvarlara nasıl çarptığını biliyorum.

Sahici korkuyu ben de ömrümde ilk kez tatmıştım. Ne olduğunu anlamamış, ne yapacağımı bilememiş, saniyeler içinde öncesi bir düş kadar uzaklaşmış hayatımın sonrasını hayal edememiştim. Dehşet, nefesimden ciğerime zehirli bir gaz gibi yürüyor, beni boğuyordu. Sabaha karşıydı. Bundan tam 23 sene önce.

Benimle benzer şeyleri yaşayacağını bilmiyordum. Sen de bilmiyordun. O zamanlar ateş düştüğü yerleri daha çok yakıyordu sanki. Uzaktaydınız. İnsan bilmediği acıya daha kayıtsız olmalı. Üzülmüşsünüzdür eminim, ama sanırım çabuk geçti. Bizimki geçmiyor. Çünkü sizin ateşiniz, tam da bizim ocağımıza düştü. Yeniden ve yeniden. Bunca yıldır köze dönmüş görünen ama içten içe yanan ateşi harlayan o acı. Sana sitem ediyorum sanma. Aksine, yalnızlığın, bir başınalığın zemberek tadını bildiğimden ediyorum bu sözleri.

Seni anladığımı bilmeni istiyorum. İçinde ölüm gezen toz kokusunu biliyorum mesela. Kulaklarının hayatta olduğuna şükredemeyecek kadar feryat duyduğunu da. Evinin, barkının, mahallenin, şehrinin bir viraneye döndüğünü, ayakta kalanların artık yuva değil buz gibi bir korku evi olduğunu. Göğün, üzerine ayaz olup yağdığını yine de üzerinde bir dam olursa asla uyuyamayacağını. Sonra o ilk yudum suyun damağındaki hissini, o ilk lokmanın tadını. Yuttuğunu bilirim, koca bir garibanlıktır. Birileri uzatmıştır. Bir kap yemek, belki bir hırka, ayağına bir terlik. Bedelini ödemediğin bir şeyi, birinin sana “yardım” diye vermesi, senin mecburen alman, o lokmaların ağzında büyümesi. İnsani ihtiyaçların için utanman. Tuvaletin gelmesin diye bir şey içmemen mesela. Sanki günlük hayatının rutini değilmişçesine bir sabunun, bir şampuanın hayal gibi uzak olması. Utanmak. Kirden, pastan, açlıktan, susuzluktan, lanet olası bu garibanlıktan… Sonra öfke!

Hikâyelere konu olmayacak kadar gerçek bir trajedinin ortasında, daha önce hiç yaşamadığın bir korku ve dehşet içinde, tozlu ölüm kokusunu içine çekip durdun sen de. Önceleri yalnız kaldın. Kahredici, yıkıcı, derin bir yalnızlık. Günler boyu kimseler gelmedi yanına, sesini kimseler duymadı. Canlar buz molozların altında yalnızlıktan öldü. Öksüz, yetim, garip, hasta, sakat kaldın. Sonra “dayanışma” dendi, eller uzandı. Birilerinin kalbi, seninle birlikte söküldü yerinden. Ne mutluydu tabii. Olan olmuştu ama artık pek de yalnız sayılmazdın. Tuttun o eli. Mecburdun. Evin yıkılmış ya da içine girilmeyecek kadar hasarlıydı. Bir çadıra, bir battaniyeye, yiyeceğe, temiz bir şişe suya ihtiyacın var. Yardım eli uzatan herkese minnettardın hatta bu kenetlenme seni ağlattı. Ama bilirsin ki yardımın eli çolaktır. Tutmaz, kavramaz insanı. Boynu bükük bırakır.

Hiç hatan yoktu ki bu işte, benim de yoktu ama afet, facia ya da mucize kelimelerinin ortasında kaldın sen de. Fotoğraflara kare oldun, koca puntolu cümlelere malzeme, hatta kavgalara vesile. Bağır çağır bir merhamete katık edildin. Umursamazlık, iş bilmezlik canını aldı. Şimdi de maruz kaldığın bu ağlak merhamet, kalan canını kemiriyor işte. Olan oldu. Şimdi geleceğini görmek istiyorsun. Senin için gerçekten bir şey yapılsın istiyorsun.
Ben de istedim. Oysa çabuk unutuldu. Bu memleketin gündemi sabahtan akşama koşan güneş kadar hızla yol alıyor ne de olsa. Unuttular, unutuldu, unutturuldu diyoruz da, bunun içinde ben de vardım, sen de vardın. Dayanışma olduğunda dişimize taktığımız canımız, başkaldıracağımız zaman öne eğildi. Hesap sormadık, takip etmedik, peşine düşmedik, bugün bu halde olmanın vebalini alacağımızı bilemedik.

Yaşadığın her şey için çok üzgünüm. Sana gücüm yettiğince el verdim, vereceğim de. Ama şunu biliyorum ki gerçek yardım, sorumluluk içerir. Yurttaş, kardeş, insan sorumluluğu. Yaralarını saralım önce. Sonra gel sen de bana katıl, olan bitenin hesabını soralım.

Deprem vergilerinin, toplanan yardımların, denetlenmeyen ya da denetim firmalarına peşkeş çekilen binaların, toplu mezarlara dönüştürülen şehir planlarının, yok edilen doğanın, alınmayan önlemlerin, rantların, imar karalarının, ihalelerin, cehaletin, kötülüğün peşine düşelim. Sorumlular apaçık ortada aslında, iş ki biz hesap soralım. Tıpkı bir enkazı kaldırır, çadır kurar, bir yardım kolisini elden ele taşır gibi birlikte, kenetlenerek yapalım bunu.
Yalova’da, Gölcük’te, Elazığ’da, İzmir’de, Van’da şimdi Kahramanmaraş’ta, Hatay’da, Diyarbakır’da, Gaziantep’te, Adana’da, Adıyaman’da hayatları solan, yakınlarının acısıyla her gün tekrar ölen, evsiz barksız işsiz elsiz ayaksız kalan kardeşlerimiz için yapalım. İnsan canının üzerine inşa edilen düzene o çomağı sokalım.

Başka canlar yanmasın, sen de benim gibi hiç tanımadığın birine böyle bir mektup yazma diye…