Adaletin peşinde ırkçılıkla mücadele
Netflix’in yeni filmi “Rebel Ridge”, Jeremy Saulnier’in imzasını taşıyan etkileyici bir aksiyon ve suç draması olarak, adalet arayışında sabrın sınırlarını zorlayan ve toplumsal eleştiriyi derinlemesine işleyen bir yapım olarak dikkat çekiyor.
KÜÇÜK VE ÜCRA KASABA
“Rebel Ridge” filminin hikâyesine baktığımızda; Terry Richmond, kuzeni hapiste olduğu için Shelby Springs adındaki küçük ve ücra bir kasabaya gelir. Amacı, tutuklu kuzeninin kefaletini ödemek ve onu içinde bulunduğu tehlikeli durumdan kurtarmaktır. Ancak Terry’nin (Aaron Pierre) bu ailevi ve acil meseleyi çözme girişimi, beklenmedik bir şekilde raydan çıkar. Polisler, Terry’nin elindeki paraya; kuzenini serbest bırakmak için biriktirdiği kefalet parasına, haksız yere el koyar. Bu durum, Terry’nin hayatını bir kâbusa çevirir ve onu yerel polis şefi Sandy Burnne (Don Johnson) ile onun emrindeki, savaşmaya hazır polis memurlarıyla (Emory Cohen ve David Denman) doğrudan bir çatışmaya sürükler. Terry, bu haksızlığı dile getirmek ve hakkını aramak için başvurduğunda, yerel adalet sisteminin işleyişine dair ciddi bir dirençle karşılaşır.
Mahkeme katibi Summer McBride (AnnaSophia Robb), onun karşısına çıkan ilk yetkili olmasına rağmen, beklenmedik bir şekilde Terry’nin en önemli müttefiki haline gelir. Bu ikili, basit bir kefalet sorununu çözmeye çalışırken, Shelby Springs kasabasında uzun süredir devam eden ve derinlere kök salmış bir komployla karşı karşıya kalır. Bu komplo, sadece adalet sistemiyle sınırlı değildir; aynı zamanda kasabanın karanlık sırlarını ve yozlaşmış yapısını da gün yüzüne çıkarır. Komplonun bir parçası olan yerel yargıcın (James Cromwell) Terry’nin yaşadığı haksızlığa karşı kayıtsız kalması ve mahkemenin kefalet tahsildarının (Steve Zissis) Terry'nin, kuzenini serbest bırakmak için gereken paranın zaten binada olduğu gerçeğini dikkate almaması, izleyiciye çaresizlik hissini derinlemesine hissettirir. Terry’nin bu haksızlık karşısında, patlamak üzere olduğu an, izleyicinin onun artık kontrolünü kaybedip öfkesine yenik düşmesini beklediği kritik noktada bunu yapmıyor oluşu çok etkileyiciydi. Hatta tam aksine, Terry’nin tüm bu adaletsizliğe rağmen medeni duruşunu inatla korumaya çalışması gerçekten sarsıcıydı.
ÖFKEMİZ BÜYÜYOR
Saulnier, filmin süresi boyunca siyah ırk meselesini doğrudan gündeme getirmeyerek daha zekice ve kültürlü bir yaklaşım sergiliyor. Irkçılığın varlığı, karakterlerin karşılaştığı durumlarda ince bir şekilde hissediliyor, ancak bu konuda herhangi bir diyalog ya da açıklama yapılmıyor. Yönetmen, izleyicinin bu gerilimi ve toplumsal eleştiriyi kendi farkındalığıyla kavramasını istiyor. Bu, Saulnier'in olayları izleyiciye dikte etmeden, katmanlı ve derinlikli bir anlatım sunduğu anlamına geliyor. Böylece film, ırk meselesine dair güçlü bir mesaj verirken, bunu yüzeysel değil, çok daha derin bir seviyede yaparak yönetmenin ustalığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Ancak izleyici olarak biz, Terry'nin sabrını koruduğu her an biraz daha kontrolümüzü kaybediyoruz ve bu süreçte sinir katsayımız giderek artıyor. Terry'nin karşılaştığı haksızlıklar karşısında öfkemiz büyüyor ve onun nihayetinde patlayıp aksiyonun lehine sonuçlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Yönetmenin, izleyiciye bu duygusal gerilimi yaşatmadaki başarısı, Saulnier’in hikâye anlatımındaki ustalığını daha da pekiştiriyor. Terry’nin soğukkanlılığına rağmen, biz izleyici olarak, onun yerinde olsak çoktan öfkeye teslim olmuş olurduk diye içimizden geçiriyoruz.
Jeremy Saulnier kesinlikle radarınızda olması gereken bir yönetmen."Blue Ruin" ve "Green Room” isimli önceki filmlerini izlemediyseniz mutlaka listenize ekleyin derim. Bu iki film de yönetmenin yeteneklerini sergileyen iki güçlü ve yoğun gerilim filmi olarak öne çıkıyor. Her iki filmde de Saulnier'in karakter merkezli, minimalist yaklaşımla gerilim yaratmadaki ustalığını göreceksiniz. İntikam ve bunun yıkıcı sonuçları etrafında şekillenen “Blue Ruin” filmi, geleneksel intikam hikâyelerinden farklı olarak, bu sürecin karmaşık, acı verici ve genellikle tatminsiz yanlarını vurguluyor. Şiddet sahneleri sarsıcı ve gerçekçi olan filmin sadece şiddete dayanmayarak; intikamın psikolojik ve ahlaki bedelini de irdeliyor. Ana teması ile şiddet, hayatta kalma mücadelesi ve toplumdaki karanlık köşelerdeki tehlikeler etrafında dönen "Green Room" filmi, punk müzik grubunun bir konser sonrası yanlışlıkla aşırı sağcı bir çetenin mekânında çaldıktan sonra yaşadıkları korkunç olayları anlatır. Temel olarak, "Green Room" birkaç önemli temayı işler. Bu temaları sert ve doğrudan bir şekilde işlerken film, gerilim ve korkuyu da etkileyici bir şekilde kullanarak izleyiciyi sürekli bir tedirginlik içinde tutar. Sonuç olarak, “Rebel Ridge” filmi, hem gerilim hem de toplumsal eleştiri açısından derinlikli bir aksiyon filmi olarak öne çıkıyor. Film, izleyiciyi Terry’nin sabrı ve adalet arayışında sürekli bir gerilim içinde tutarken, toplumsal ve ırksal meseleleri ince bir şekilde ele alıyor. Son bir not olarak, filmin başrolündeki İngiliz aktör Aaron Pierre ile ilgili bir değerlendirme yapmalıyım. Duygusal ve karmaşık karakterlerde ince ve duyarlı performanslar sergileyebileceğini kanıtlayan Pierre, özellikle “Rebel Ridge” gibi yapımlarda, karakterinin zorlu durumlarla başa çıkma şekliyle hem etkileyici hem de ikna edici bir performans sergiliyor. Pierre’in yetenekleri göz önüne alındığında, kendisine acilen bir film serisi üretilmeli. Sevdik seni, Aaron Pierre.