ABD, talan ettiği bir ülkeyi daha kaderine terk edip çekip gitti. İktidar sözcüleri Afgan çıkmazının fırsata dönüştürülebileceğini iddia etti. Buna göre nasıl ki Çin Afganistan ve Pakistan üzerinde “nüfuzunu artırmaya çalışarak yeni bir güç dengesi” arıyorsa, Türkiye de böyle “elini güçlendiren bir strateji” izlemeliydi!

Afgan dramı, insanlık dramı

Afganistan’da neler oluyor? Bu yoksul ülke nasıl oldu da dünya gündeminin ön sıralarına yerleşti? Yıllardır süren savaş ve terör neden bir türlü durdurulamıyor?

Nedenler elbette çeşitli, fakat sanırım bunların başında da dış müdahaleler geliyor. Öyle ki -bir tarafta ABD, öbür tarafta Çin- bu iki ülke günümüzde adeta kendilerini dünyanın her karış toprağından sorumlu sayıyorlar! Geçmiş dönemin ABD-SSCB kutuplaşmasının yerini günümüzde ABD-Çin kutuplaşması aldı ve küresel kapitalizm koşullarında bu yeni kutuplar da birbirlerine bağımlı hale geldiler.


Emperyalist saldırılara direniş elbette günümüzde de sona ermedi. Ne var ki yer yer kılık değiştirdi ve tanınmaz hale geldi. Bu haliyle de bir direniş olmaktan çıkarak, dış müdahalelere bahane oluşturmaya başladı. Düşünelim, 1960’larda ABD emperyalizmine direnen öğrencilerle, 1990’ların başlarında Sovyet işgaline direnişe geçen Afgan “talebeler” arasında hiçbir ortak nokta bulunabilir mi? Belki sadece şu söylenebilir: Günümüz Taliban’ı da, tıpkı Mayıs 68 hareketi gibi dünya çapında yankılar uyandırıyor, fakat ondan çok farklı, hatta ona tamamen ters nedenlerle! Zaten son yıllarda Afganistan’ı dünyada en çok konuşulan ülkelerden biri haline getiren de bu oldu.

TALİBAN SARMALI

Aslında Afgan sorununun uzun bir geçmişi bulunuyor. Bu ülkede 1979 sonlarında başlayan Sovyet işgali dokuz yıl kadar sürmüş ve bu süre içinde de 500 binden fazla Afgan mücahidi ölmüştü. Aynı yıllarda altı milyon kadar Afgan da yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Ne var ki ülkede bir türlü istikrar sağlanamıyor, işgali iç savaş, iç savaşı da Taliban yönetimi izliyordu.

Taliban hareketi Sovyet işgalini izleyen yıllarda filizlenmeye başlamış, ilk kez de 1994’te, ülkenin güneyinde Kandahar eyaletinde bir sosyal güç olarak ortaya çıkmıştı. Pakistan medreselerinde eğitim görmüş “talebeler” bu gücü Peştun halkından alıyorlardı.

Kimdi bu Peştunlar?

Üç dört yüz aşiretten oluşan ve tüm nüfusun yarısına yakınını teşkil eden Peştun halkı Afganistan’ın en önemli etnik grubu ve bunlar için Peştun ile Afgan adeta aynı anlama geliyor. 1996’da, kendisi de Kandaharlı bir Peştun olan Molla Ömer’in liderliğinde “Afganistan İslam Emirliği”ni kuran da Peştunlar oldu.
Bu ilk Taliban yönetimi (1996-2001), düşünce ve inanç itibariyle 1996 yılında bir Şura tarafından “Emir’ül Mü’minin” seçilen Molla Muhammed Ömer’in damgasını taşıdı.

Molla Muhammed Ömer’in doğru dürüst bir eğitimi yoktu, hatta yakınları onun okuryazar bile olmadığını söylüyorlardı. Buna karşılık gözü kara bir “mücahit” ve usta bir örgütçüydü. Sovyet ordusuna karşı ön saflarda savaşmış ve bu arada bir gözünü de kaybetmişti.

Molla Ömer, hareketin başarısı için hayati olan Pakistan askeri desteğini bu nitelikleri sayesinde sağladı ve aynı ülkenin medreselerinde yetişmiş bir sürü “Taliban”ı da yine bu sayede arkasına aldı. Böylece, Sovyet ordusu çekildikten sonra Kandahar, Herat, Kâbil ve Mezar-ı Şerif gibi şehirlerde yine onun liderliğiyle hegemonya kuruluyordu. Üstelik Molla Ömer, bu arada Kandahar Camisi’nde bulunan -ve Peygamber Muhammed’e ait olduğu söylenen- kutsal mantoya bürünerek, diplomayla sağlayamadığı manevi dayanağı da sağlamıştı. Böylece, bir “Halife”nin bulunmadığı İslam cemaatinde “Peygamberin temsilcisi” olduğuna dair genel bir izlenim yarattı ve bu şekilde de bir çeşit “karizmatik” lider haline geldi.

Ne var ki bütün bunlar adil ve barışçıl bir toplum inşası için yeterli olamazdı.

ZULÜM REJİMİNİN İNŞASI

Gerçekten de Afganistan’daki bu ilk Taliban Emirliği hiç de başarılı olamadı. Yönetici zümrenin katı şeriat yorumu ülkede zulüm rejimine yol açmış, zulmün en büyük kurbanları da kadınlar ile Şiiler olmuştu. Taliban kendi düşüncesinde olmayanları acımasızca kırıyor, etnik kavgaları körüklüyor, halk açlıkla boğuşurken dışarıdan gelen gıda yardımlarını bile reddediyordu. Bu “talebeler” sadece “biz de insanız; bizim de haklarımız var!” diyen kadınları ve Müslüman saymadıkları Şii’leri ezmekle kalmadılar, putperestliğin işareti olarak gördükleri tarihi eserlere de saldırdılar. Böylece, Bamiyan eyaletindeki eski eserler ve Buda heykelleri de bu sakat zihniyetin kurbanı oldu.

Oysa Afgan halkı, Taliban milislerinden ibaret değildi, içlerinde bu zulme baş kaldıracak ilerlemeci güçler de vardı. Daha başlangıçtan itibaren Özbek, Tacik ve Hazara gibi etnik gruplar kuzey eyaletlerde direnişe geçmişlerdi. Üstelik Ahmed Mesud ve Raşid Dostum önderliğinde gerçekleşen bu direniş (“Kuzey İttifakı”), başlarda zayıflasa ve dar bir bölgeye sıkışsa da, zaman onların lehine işliyordu, dış destek de onlardan yanaydı.

Taliban Emirliği sadece Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği tarafından tanınmış, bunun dışında ise geniş bir husumet çemberiyle kuşatılmıştı. Oysa zulüm de bitmiyor, aksine, artarak devam ediyordu. Öyle ki rejimin son yılında Birleşmiş Milletler’in (BM) hazırlattığı bir raporda Taliban vahşeti yıllar önce Bosna’da yapılan soykırıma benzetilmişti. Üstelik Emirlik zulmü tek başına yapmamış, cürümlerine dışarıdan gelen İslamcı teröristleri ve bunların en acımasız olanı El Kaide’yi de ortak etmişti. Oysa sonunu getiren de bu oldu. 11 Eylül 2001’de, El Kaide’nin Afganistan’da eğitip finanse ettiği 19 Arap, ABD’de ikiz kuleleri ve Pentagon’u vuruyor, Amerika da Irak ve Afganistan’ı işgal ediyordu. Afganistan işgali, 15 Ağustos 2001’de son Amerikan askerlerinin ülkeyi yüz kızartıcı koşullar altında terk etmelerine kadar, yirmi yıl sürecekti.

İŞGALİN GEREKÇELERİ

Yirmi yıllık Amerikan işgali Afganistan’da ne gibi değişikliklere yol açtı? İşgal ve direnişin yarattığı tahribat dışında, ileri kapitalizm, bu geri kalmış toplumda “ilerlemeci” bir işlev de üstlendi mi?

Burada sözü şeytanın avukatlarına bırakalım ve önce onların savunmasını dinleyelim. ABD sözcüleri, işgali, çeşitli yönlerden ele alarak şöyle haklı göstermeye çalıştılar: “ABD Afganistan’a sömürü niyetiyle, ülkenin yeraltı kaynaklarına el koyma hedefiyle gelmedi, zaten bunları günümüzde daha çok Çinliler işletiyor. Dahası, ülkenin bakır madenlerini ve kuzeydeki petrol kuyularını işleten (The Metallurgical Corporation of China ve Jiangxi Copper gibi) Çin şirketlerinin ihtiyaç duyduğu istikrarı da ABD askerleri sağladı! ABD, Afganistan’a üç binden fazla Amerikalının ölümüne yol açan 11 Eylül 2001 İkiz Kule terörünü düzenleyen Usame Bin Ladin’i ve yandaşlarını cezalandırmak için geldi. Eğer burada çok uzun süre kalındıysa, bu, karşılaşılan terörist potansiyelin ve direncin boyutları yüzündendi. Yine de bu sürede ülkede harcanan iki trilyon civarında doların önemli bir kısmı yollar, okullar inşasına gitti, milyonlarca çocuk, on binlerce kız okutuldu ve modern silahlarla donatılmış bir ordu kuruldu. Bu arada iki binden fazla ABD askeri de Taliban ve IŞİD terörüyle hayatını kaybetti. Şimdi Afgan ordusu dağıldı ve verilen silahları da terörist Talibancılara teslim ettiyse bu ABD’nin suçu değil! Herhalde modern ve özgür bir devlet kurma görevi ABD’ye değil, Afgan halkına düşüyor! ABD ise Afgan yandaşlarını büyük ölçüde ABD’ye getirdi, kalanları da almaya çalışıyor! Çok düzensiz şekilde olsa ve çok küçük düşürücü sahnelere yol açsa da, ABD sonunda çekilmek zorunda kaldı! Ama kavga bitmedi, Taliban terörizmiyle savaş, değişik yollarla da olsa, devam ediyor.”

ABD’NİN ANLAMADIĞI

İlginç bir savunma! Tamamen yanlış olmasa da, çok eksik bir tablo sergiliyor ve işin özünü gözden kaçırıyor. Bu haliyle de ABD’nin yirmi yıllık işgalini asla “meşru” kılamıyor. Peki, “İşin özü” ne olabilir?

Aslında “işin özü”nü, “uluslaşma” (“nation building”) süreci teşkil ediyor ve bu da aşiret düzenini ve etnik kavgaları aşamamış bir toplumda “ulus-devlet”in nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor. Hatırlayalım; bizim tarihimizde de “uluslaşma” süreci, dış müdahalelerle şekillenen “modernleşme” çabaları içinde, yüzyıllarca süren bir dönem oluşturmadı mı? Ve Türkiye Cumhuriyeti de sonunda ancak dış saldırılara karşı ulusal bir savaşla kurulmadı mı?

Gerçekten de 19. yüzyılda Osmanlı Devleti, toprakları işgal edilmemiş olsa da, kapitülasyonlarla fiilen yarı sömürge durumuna düşmüştü ve bu koşullarda İmparatorluk da, Batı’da yayınlanan bir eserde denildiği gibi, “Avrupa’nın yönetmeyi reddettiği, fakat kendini yönetmesine de izin vermediği bir eyalet” haline gelmişti. İşte Afganistan da, yıllardır, çok daha mütevazı boyutlarda ve küreselleşmiş kapitalizm koşullarında aynı durumda bulunuyor. Oysa Amerika’nın anlamadığı -ve bir türlü anlamak da istemediği- şey de budur!

Afgan halkı, ülkenin ulusal marşında teker teker sayılmış olan on dört etnik gruptan oluşuyor ve bunlar, aralarında düşmanlıklar olsa bile, yabancılara karşı kolayca birleşiyorlar. Bu yüzden de ABD, ülkede saçtığı dolarlarla bir sürü “Amerikancı Afgan” yaratmış olsa da kendisine bağlı, modern bir ordu kuramadı.
Oysa Başkan Joe Biden, Taliban’ın ülkeyi işgalinden kısa bir süre önce şunları söylüyordu: “Taliban’a güveniyor muyum? Hayır! Fakat Afganistan’ın askeri kapasitesine güveniyorum. Bu ordu daha iyi eğitilmiş, daha iyi donatılmış olup, giderek savaş yönetimi açısından da daha yetenekli olmaktadır”. Aynı şeyleri daha sonra da Pentagon sözcüsü J. F. Kirby tekrarladı ve o da yaratılan ordunun “operasyonel yapı, hava güçleri ve modern silahlar” açısından üstünlüğünü vurgulayarak “artık gerisinin bu avantajları kullanacak irade ve liderliğe kaldığını” söyledi.

Gerçekten de Amerika milyarlarca dolar harcamış ve “modern” bir ordu yaratmıştı. Fakat bu ordu Kirby’nin sözünü ettiği ne “irade”yi, ne de “liderlik”i ortaya koyabildi ve kılını kıpırdatmadan da, silahlarıyla beraber, Taliban’a teslim oldu! Amerika hayretler içindeydi!

Bu ani zaferde Amerika’yı şaşırtan başka bir husus daha vardı: ABD kurmayları Taliban’ın savaş taktiğini yanlış değerlendirmişlerdi. Onlara göre Taliban’ın savaş yöntemi “yıpratma” taktiğine dayanıyordu ve mücahitler zaferi ani bir “taarruz” ile değil, kaleleri birer birer düşürerek elde edeceklerdi.

afgan-drami-insanlik-drami-924443-1.
Ülkenin en büyük ikinci şehri Kandahar, Taliban’ın doğum yeri.



KABİL’E KAÇIŞ REZİLLİĞİ

Oysa bu da bir yanılgıydı ve ABD askerleri Nisan 1975’te Saigon’u nasıl rezillik içinde terk ettilerse, Ağustos 2021’de de Kâbil’den aynı rezillik içinde kaçtılar.
Üstelik yerlerini de Paris ve Moskova’da okumuş Ho Chi Minh askerleri değil, Pakistan medreselerinde yetişmiş “talebeler” alıyordu. Şimdi ise korkulan şuydu: Bu fanatikler ordusu, her şeye rağmen aydınlanmacı seçkinleri ve ilerlemeci referansları da olan bu karmaşık ülkede barışı sağlayabilecek miydi?
Yoksa Afganistan, daha önceki Taliban yönetiminde olduğu gibi, yine tüm İslamcı teröristlerin sığınağı haline mi gelecekti? Yoksa yine dünyanın dört bir köşesine “intihar komandoları” salan bir barınak mı olacaktı?

Taliban buna “hayır!” diyor, değiştiklerini söylüyor ve farklı bir dil kullanarak diplomatik izolasyondan kurtulmaya çalışıyor.

Aslında, Taliban bir yana, ülkenin bu son yirmi yıl içinde çok değiştiği de yadsınamaz. Afganistan’ın otuz beş milyona yaklaşan nüfusunun artık yüzde 70’i gençlerden oluşuyor ve bunların hemen hepsi de elektronik iletişim olanaklarından yararlanıyor.

Peki, ya Taliban? Onlar da gerçekten bir evrim geçirdiler mi? Bu soruya bölgeyi yıllardır inceleyen Olivier Roy şu yanıtı veriyor: “Taliban siyasi planda değişti, ama sosyolojik planda da değişti mi? Bunu sanmıyorum. Yirmi yıl önce, Molla Ömer zamanındaki tüm liderler bugün de aynı yerde olduklarına göre yönetici kadroda bir devamlılık var. Buna karşılık bunların siyasette evrim geçirdikleri düşünülebilir. 2011’de Paris, Chantilly’de Afganlar arasında, benim de Fransa delegesi olarak katıldığım görüşmeler yapılmıştı. Bu da 2001’den dersler çıkardıklarını gösteriyordu”.

RUSYA VE ÇİN’İN STRATEJİSİ

Gerçekten de ortada bir değişiklik vardı ve Taliban sözcülerinin Çin ve Rusya gibi ülkelere gönderdiği sıcak mesajlar da bu “dersler”in ürünü olmalıydı. Özellikle yeni yönetimin Çin’den beklentileri büyüktü ve sözcüleri Zabihullah Mücahid’in ifadesiyle, bu ülke “Afganistan’da yatırım yapmaya ve ülkeyi kalkındırmaya hazırdı”, zaten Taliban da yeni ipek yoluna büyük bir önem atfediyordu.”

Oysa burada da bir yanılgı vardı. Kendileri de İslamcı terör tehdidi altında bulunan Çin ve Rusya, aslında ABD’nin Afganistan’dan kovulmasına sevinseler de, Taliban’a sempatiyle bakamazlardı. Ondan sadece ülkede istikrarı sağlamasını ve sınırlarını kapamasını bekliyorlardı. Hatta Çin Halk Cumhuriyeti, bu amaçla Afganistan’a milyonlarca dolarlık gıda ve aşı yardımında bulunmuş ve Başkan Xi Jinping de Taliban yönetimini “ülkeyi tüm terör örgütlerinden temizlemeye” davet etmişti. Rusya’nın tek isteği ise Orta Asya sınırlarının kapanması ve bölgeye terör sızıntısının önlenmesi idi.

Kısaca Taliban yönetiminin Pakistan dışında bir dostu yoktu. Hatta bu kez Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği bile yeni rejime ihtiyatla yaklaşıyorlardı. Katarlı bir diplomat, 15 Ağustos darbesiyle “Taliban’cı yönetimin diyalogu şiddete yeğlemesini sağlayacak kaldıracın ortadan kalktığını” kaygıyla dile getiriyor, Suudi Arabistan’da ise ülkeyi “2030 vizyonu”na hazırlayan “reformist” Muhammed bin Salman, Taliban’ı ülkesinin eski haline benzetiyordu.

TÜRKİYE’NİN MİSYONU

Peki, bu kördüğüm içinde Türkiye’nin yeri ne oldu? İslam dünyasında her durumdan bir vazife çıkarmaya çalışan AKP yönetimi de elbette Taliban hareketine kayıtsız kalamazdı. Talibancılar daha iktidara gelmeden Erdoğan, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı” olmadığını ilan etmiş ve Kabil Havaalanı’nın işletimine talip olmuştu. İktidar değişikliğinden sonra da “Taliban yöneticilerinin yaptığı itidalli ve ılımlı açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz” diyor ve ülke çıkarları için Taliban’la “her türlü işbirliğine hazır” olduğumuzu ekliyordu.

İktidar sözcülerinden bir yazar ise çok daha açık sözlü oldu ve Afgan “çıkmazı”nın bir “fırsat”a dönüştürülebileceğini iddia etti. Ona göre nasıl Çin, Afganistan ve Pakistan üzerinde “nüfuzunu artırmaya çalışarak ticaret üzerinden yeni bir güç dengesi” arıyorsa, Türkiye de böyle “elini güçlendiren bir strateji” izlemeliydi! ABD, “talan ettiği bir ülkeyi daha kaderine terk edip, arkasına dönüp bakmadan çekip git(miş)”, anlaşılan talan sırası başkalarına gelmişti. Yazıda Afgan’ın adı yoktu, açlıkla, susuzlukla boğuşan, sokaklarda dilenen zavallılar yok sayılmıştı!

Oysa o zavallılar canlarını kurtarmak için ülkeden kaçmaya, hiç olmazsa karınlarını doyuracakları bir diyar bulmaya çalışıyorlardı ve bunlardan biri de Türkiye idi. Öyle ki, Van’a sığınmış bir Afgan ailesi, bir Fransız gazeteciye Türkiye’nin kendileri için “düşler ülkesi” olduğunu bile söylemişti.

Aslında Türkiye de onlara kapılarını açmaya hazırdı. Ne var ki yıllardır izlenen “açık kapı” politikası ülkeyi sığınmacılarla doldurmuş, artık Afganlara yer kalmamıştı. Ülkede yabancı düşmanlığı artıyor, mülteciler yer yer saldırılara hedef oluyordu. Bu durumda AKP yönetimi de Afgan sığınmacılara kollarını açamazdı.

İktidar, İran sınırlarında duvar örmeye bu koşullarda başladı. Zavallı Afganlar kaderleriyle baş başa kalmış, fakat bu kaderi yenecek araçlardan yoksun bırakılmıştı. Ve bu arada ABD’nin “terör savaşı” da devam ediyordu. Bununla ilgili olarak da, Pentagon sözcüsü, 29 Ağustos 2021’de bir açıklama yapıyor ve IŞİD mensubu sanılan on sivilin, yanlışlıkla bir dron atışına hedef olduklarını bildiriyordu. “Trajik hata” için özür dilemeyi de ihmal etmedi. “Kaza”da ölenler arasında iki yaşında bir de çocuk vardı ve aileden sağ kalanlar ise “tazminat” çerçevesinde “ABD vizesi” almak ve Amerika’da “yeni bir hayat” kurmak düşlüyorlardı. Bu son gelişme Afgan dramını çok iyi özetliyor ve onu, 21. yüzyılda, aynı zamanda bir “insanlık dramı” olarak gözler önüne seriyor.