Google Play Store
App Store

Almanya’da dört hafta sonra yapılacak genel seçim yarışı, sosyal demokratların yeniden toparlanmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Bunda, Afganistan hezimetinin de payı var.

Son kamuoyu yoklamaları, merkez sağ (CDU-CSU) ve yeşillerin gerilediğini, Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) ise ikinci sıraya yerleştiğini gösteriyor.

Merkez sağın oylarının azalmasının en önemli nedeni, 26 Eylül’deki genel seçimden sonra siyaseti bırakacak olan Angela Merkel’in yerine federal başbakan adayı olan Armin Laschet’in geçen ay yaşanan sel felaketinde kamuoyuna yansıyan ‘başarısız kriz yöneticisi’ profili. Hıristiyan Birlik Partileri’nin (CDU-CSU) ortak başbakan adayı seçilmesi sürecinde de partidaşları tarafından hayli yıpratılan Laschet‘in felaket bölgesinde kahkahalar attığı görüntüler, hakkındaki bu imajı güçlendirdi. Koron salgınıyla mücadelede aşı kampanyasının tıkanması ve yeni bir salgın dalgası beklentisi nedeniyle gündeme getirilen yeni sınırlamalarla ilgili tartışmalar da Laschet’in, dolayısıyla liderliğini üstlendiği merkez sağın güç kaybetmesine neden oluyor. Göçmenlerle, özellikle de Türkiye kökenlilerle kurduğu dostane ilişkiler nedeniyle ‘Türk Armin’ lakabıyla anılan Laschet‘in eylülden sonra yeşil ve liberal partilerle koalisyona giderek Merkel’in halefi olma şansı giderek zayıflıyor.

Yeşiller partisinin güç kaybetmesinin nedenlerinin başında ise ‘federal başbakan adayı’ Annalena Baerbock geliyor. Partinin eşgenel başkanlığını paylaştığı Robert Habeck‘i geride bırakarak başbakan adayı olarak kabul edildiğinde, gençliği ve kadın olmasından kaynaklanan sempati dalgası bir ara Yeşiller’in, Hıristiyan demokratları da geçip, seçimi birinci parti olarak kazanabileceği beklentisinin doğmasına neden olmuştu. Ama bu beklenti, kısa sürdü. Baerbock’un yayınladığı biyografisindeki abartılı parlatmalar, vergi beyannamelerindeki usulsüzlükler ve alelacele yayınladığı kitabının intihallerle dolu olması, onu ‘genç, tecrübesiz ve kadın’ olması nedeniyle başbakanlığa layık görmeyen muhafazakar kesimlerin işine yaradı. Bütün bunlar başarıyla ‘büyük skandallar’ olarak kamuoyuna yansıtıldı. Partinin ‘entelektüel ve tecrübeli devlet adamı’ imajlı diğer lideri Habeck’in kafasında askeri miğferle Ukrayna-Rusya sınırında, Almanya’nın Rusya’ya karşı Ukrayna’yı desteklemesi yolundaki mesajlarının da parti tabandaki barışçı, pasifist seçmenleri büyük ölçüde hayal kırıklığına uğrattığı kesin. Bir ‘çevre krizi’ olarak yaşanan sel felaketleri bile, ‘çevreci’ bu partiye desteği artırmadı. Bu durum büyük ölçüde federal düzeyde muhalefette olmasına rağmen, eyalet ve yerel düzeyde yönetimlerde olan Yeşiller’in yaşanan bu çevre krizinin sorumluları arasında bulunması.

Rakipleri güç kaybederken, sosyal demokratların ‘federal başbakan adayı’ olan Olaf Scholz’un prestiji artıyor. Mevcut hükümette Federal Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak görev yapan Scholz’un özellikle sel felaketi sırasında öne çıkan ‘başarılı kriz yöneticisi’ imajının bu durumda büyük bir payı var. Siyasi geçmişindeki başarısızlıkların, hataların üstünü örten bu imaj, uzun süre seçim yarışında gerilere itilen sosyal demokrasinin yeniden güçlenmesine neden oldu.

Bu durum son aylarda iyice gündemden düşen ‘sol’ partilerin sandıktan başarıyla çıkma olasılığını yeniden gündeme getirdi. Son anketlere göre sosyal demokratlar ve Yeşiller’in, kendilerinden daha soldaki Sol Parti ile işbirliğine giderek, bir ‘ilerici partiler koalisyonu’ kurmaları teorik olarak mümkün. Ancak hem SPD, hem de Yeşiller, böyle bir koalisyona soğuk baktıkları için, sandık böyle bir sonuç verse de bunun gerçekleşme şansı yok gibi.

***

Alman siyasetindeki bu durum Afganistan hezimetinin son aşamasından önceki kamuoyu yoklamalarına dayanıyor. Almanya’nın orada çalıştırdığı Afganları Taliban’ın insafına bırakarak çekilmesinin yarattığı krizin faturasının Dışişleri Bakanı Heiko Maas’a çıkarılıp çıkarılmayacağı henüz belli değil. Dış politikada bir uzmanlığı olmamasına rağmen SPD’nin kontenjanından bu bakanlığı üstlenen Maas’ın ‘kriz yönetimindeki düşük profili’, partisinin yeniden güç kaybına neden olabilir.
Afganistan hezimetinden sadece Maas’ın sorumlu tutulması tabii ki büyük haksızlık. Bu hezimette son yıllarda Almanya’da iktidara gelen tüm partilerin sorumluluğu var. Almanya, ABD Başkanı Bush’un 11 Eylül saldırılarının intikamını almak üzere başlattığı savaşa, Gerhard Schröder ve Joschka Fischer liderliğindeki SPD-Yeşiller hükümeti sırasında katılmıştı. Dönemin sosyal demokrat Savunma Bakanı Peter Struck’un “Almanya’nın savunması Hindikuş’ta başlar!” sözleriyle özetlenen politika, sonraki yıllarda Hıristiyan demokratların ve liberallerin de katıldığı hükümetler dönemlerinde sürdürüldü.

Sadece son 20 yılın değil, ondan önceki hükümetlerin de sorumluluğu var.

Almanya, ABD ile birlikte 1980’lerde Afganistan’daki mevcut hükümete ve ülkedeki Sovyet askeri varlığına karşı mücadele eden gerici, feodal güçlere destek veren ülkeler arasındaydı. Sadece siyasi değil, fiili olarak askeri destek de verildi. Son yıllarda ortaya çıkan belgeler, Sovyetler’in çekilmesi ve sonrasında yaşanan savaş sırasında çok sayıda Alman askerinin ve ajanının şeriatçı güçlere destek verdiğini gösteriyor.

Emperyalizmin önce ‘komünizm’, sonra da ‘terörizmle’ mücadeleyle gerekçelendirdiği Afganistan politikası, bir kez daha hezimetle sonuçlandı.

Afganistan’da yaşanan dramın ABD halkını pek ilgilendirmediğini biliyoruz. Trump’ın politikasını sürdüren Biden yönetiminin bu durumdan bir zarar görmeyeceği ortada.

Ama Almanya’da durum farklı.

Hezimet, iç politikada dengeleri etkileyecek.

Bir yanda Almanya’ya bir biçimde gelmiş ve siyasi sığınma başvuruları reddedildiği için, sınırdışı edilmek istenen binlerce Afgan, diğer yanda da Taliban’ın elinden kurtarılıp, Almanya’ya getirileceklerine dair söz verilen binlerce Afgan var.

Bakalım sonuçta krizin faturası kime çıkacak?