Google Play Store
App Store

Son günlerde sanatçılar üzerinde artan baskılar, tek tek olaylardan ibaret değil; sistematik bir susturma politikasının parçaları. Black metal grubu Sarrinvomit’in üyelerinin tutuklanması, Manifest grubunun gözaltına alınması, yurtdışına çıkış yasağı ve karakola imza atma şeklinde verilen adli kontrol kararı ertesi grubun Türkiye turnesinin iptali, Grup Yorum’un şarkılarına yıllardır getirilen erişim engeli ve en son Mabel Matiz’in bir şarkısının yasaklanması, İçişleri Bakanlığı’nın müstehcenlik iddiasıyla Mabel Matiz’den şikâyetçi olması… Müziğin türü, şarkıcının kimliği, eserleri beğenip beğenmediğimiz hiç önemli değil. Bu tablo kabul edilebilir bir durum değil.

Müzik, sanatın en yalın ve en güçlü ifade biçimlerinden biridir. O nedenle baskının hedefi haline getirilmesi tesadüf değil. İktidar, sanatı susturdukça toplumun nefes borularını da tıkamış oluyor. Bugün bir metal grubunu, yarın bir halk müziği grubunu, ertesi gün bir pop şarkıcısını yasaklamanın mantığı aynı: siyasal İslamcıların yaşam biçimlerini tek tipleştirme arzusu.

RTÜK’ün aldığı kararlar, “ahlaka aykırılık” ve “aile değerleri” gibi muğlak gerekçelere yaslanıyor. Oysa aynı ekranlarda kadın düşmanlığını, mafya romantizmini, şiddeti ve nefret söylemini meşrulaştıran onlarca yapım hiçbir engelle karşılaşmıyor. Görünen o ki mesele “ahlak” değil, farklı yaşam biçimlerine ve özellikle LGBTI+ görünürlülüğüne tahammülsüzlük.

Bu durumun hafife alınacak tarafı yok. Çünkü “iki üç şarkıyı sildik, kalanlarla devam ederiz” diye düşünmek, aslında karanlık bir mağaranın içinde olduğumuzu görmezden gelmek anlamına gelir. Bugün filmlere, yarın şarkılara, ertesi gün şiirlere sıra gelecek. Bir gün besmeleyle açılmayan, dini referans taşımayan hiçbir eseri göremeyeceğimiz bir düzenin tohumları ekiliyor.

Bu tablo, laiklik açısından da büyük bir tehdit ve Türkiye’nin İran gibi bir “ahlak polisi” rejimine sürüklenip sürüklenmediği sorusunu akla getiriyor. Sosyal medyada çiftlerin gizlice kaydedilip linç edilmesi, kamusal alanda sarılmanın ya da öpüşmenin “ayıp” ilan edilmesi, aslında bu zihniyetin toplumsal izdüşümleri. İnsanların en basit yakınlaşmaları bile hedef haline getiriliyor.

∗∗∗

Şüphesiz ki, sanatçılar üzerindeki baskılar yalnızca otoriter rejimlerde değil, kapitalist ülkelerde de kendini gösterdi. Bugün Türkiye’de metal gruplarının tutuklanmasından, pop şarkılarının yasaklanmasından söz ederken, dünyadan örnekleri hatırlamak bu baskının evrenselliğini gösteriyor.

Örneğin; kimilerine göre “özgürlükler ülkesi” olan ABD’de 1950’lerdeki McCarthy dönemi, sanat ve sinema tarihinde kara bir sayfa olarak anılır. Charlie Chaplin, Orson Welles ve Paul Robeson gibi sanatçılar, “komünist sempatisi” suçlamasıyla kara listeye alındı; Chaplin ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bu süreç, ifade özgürlüğü üzerinde yıllarca sürecek bir otosansür yarattı.

Yine ABD’de sinema sektörü uzun süre Hays Code’un katı sansür kurallarıyla yönetildi. 1930’lardan 1960’lara kadar LGBTİQ+ temaları, ırklar arası ilişkiler, cinsellik ve toplumsal eleştiriler beyazperdede görünmez hale getirildi. Bu, toplumsal çeşitliliğin perdeden silinmesi anlamına geliyordu.

İngiltere’de Thatcher döneminde de benzer yasaklarla karşılaşıldı. BBC, “politik açıdan sakıncalı” gördüğü şarkıları yasakladı. The Smiths’ten Frankie Goes to Hollywood’a uzanan geniş bir liste, halkın duymaya hakkı olan sözlerden mahrum bırakılmasına yol açtı.

Fransa’da ise Cezayir işgali yıllarında savaş karşıtı filmler ve belgeseller uzun süre yasaklandı. Hükümetin hoşuna gitmeyen her ses, “ulusal güvenlik” bahanesiyle susturuldu.

Oysa demokrasi ve özgürlükler ülkesi iddiasındaki bu ülkelerdeki böylesi yasaklar, toplumun gerçeklerle yüzleşmesini engellemiştir. E tevekkeli değil, en büyük zalimler kapitalistler ve emperyaslitler değil midir?

∗∗∗

Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor: Sansür, yalnızca sanatçının değil, toplumun geleceğine vurulan bir darbedir. ABD’den İngiltere’ye, Fransa’dan Türkiye’ye kadar her yerde, iktidarlar sanatı kendi çizgilerine sokmaya çalıştı. Oysa sanat, tam da iktidarın hoşlanmadığı yerde başlar; çünkü hakikati dile getirir.

Sansür, yalnızca şarkılara, filmlere ya da dizilere yönelik değildir; topluma yönelik bir ayar mekanizmasıdır. İnsanların gündelik hayat pratiklerini belirlemek, onları tek bir yaşam biçimine mahkûm etmek için kullanılır. Bu yüzden bu mesele, yalnızca sanatçıların meselesi değil, hepimizin meselesidir.

Bugün susmak, yarın çok daha ağır yasaklara razı olmak demektir. Müzisyenler, sanatçılar, izleyiciler, dinleyiciler, hep birlikte ses çıkarmalı. Çünkü bu sadece birkaç şarkının, birkaç filmin değil, hepimizin nefesinin, hayal gücümüzün, özgürlüğünün, geleceğinin meselesi.