Ahmet’in anısına
Çoğu, büyük kente okumak için uzak yerlerden gelmiş çocuklardı, 20’li yaşlarında... Belki daha küçük!
Memleketten geldiklerinde ince çizgili gri takım elbiseleri vardı. Sonra yeşil parkaları oldu, nihayet uzun paltoları ve atkıları... Kimi kampusta yurttan çıkıp elini kolunu sallaya sallaya yürüme mesafesindeki bölümüne gitti... Kimi kahvelerde, meydanlarda toplanıp birbirlerinden cesaret alarak gruplar halinde işgal altındaki okullarına...
O ara erkekler, üst dudaklarını yeni terleyen bıyıklarıyla kapattılar, uçlarını iki yandan hafifçe sarkıtarak. Kızların yüzü soldu, işaret ve orta parmakları sarardı sigaradan. Sonra birer birer gecekondu semtlerinin yolunu tuttular, ardından uzak ve küçük kentlerin, kasabaların... Geride arkadaşlarını ve aşık oldukları kızları/oğlanları bırakıp... Başka isimler, başka kimliklerle... Artık evleri, adresleri, okulları yoktu. Gittikleri yerlerin çocuğu oldular.
***
Ucuz spor ayakkabılar giydiler, ‘Mekap’ marka... İmkânlar elverdiğince deri ceket, yoksa mont, genellikle kadife pantolon. Elbiselerinde mutlaka bir kaç damla kırmızı boya ya da beyaz kireç lekesi olurdu, kimbilir hangi yazılamadan kalma... Zamanla ceketleri epridi, montlar tiftiklendi, pantolonlar dizlendi... Ayakkabıları ayaklarının şeklini aldı, giyile giyile... Gözlüklerinin kırılan sapını seloteyple yapıştırdılar. Yüzleri, elleri güneş yanığı, birkaç günlük sakal...
Geniş ve gürültülü yemekhanelerin, lokantaların yerini küçük, derme çatma gecekonduların yer sofraları aldı. Yoksulların sabahları biber kızartmasıyla bulgur yediğini orda gördüler. Haftada bir alüminyum kovalarda ısıtılmış suları dökünerek yıkanmayı öğrendiler. Öylece çözüldü perçem perçem olmuş yağlı saçları... Bir de gecelerin ne kadar karanlık ve uzun olduğunu o vakit farkettiler, nöbette... Gün ışırken kapısını tıklattıkları evlerde onlar için tertemiz çarşaflar serilmiş yataklarda serin uykulara daldılar, bir güzel... Ara ara içlerinden birinin öldürüldüğü haberi geldi, Malatya’dan, Tarsus’tan, Tuzluçayır’dan, Gültepe’den (hatırası her dem taze olurdu ölenlerin). Mahalle aralarına, iki arada bir derede sokaklara, geniş caddelere, üniversite kantinlerine sütkostikle yapıştırılmış afişlerden baktı durdu yıllarca, ölü arkadaşları...
Sonra... Emniyet’te yüzleşme, cezaevinde yanyana hücreler, ardından aynı koğuş... Zamanla unutulup gitti, kimin kim hakkında ne konuştuğu... Akıllarda bir tek, geç saatlerin sessizliğinde, yan yana ranzalarda fısıldanmış en ‘ölümcül’ sırlar kaldı. Eline bir Vita tenekesi almış o... çocuğu, ‘dan dan’ çalıyor. Güya ramazan davulcusu... Böyle böyle giriyorlar mahalleye... Ben de... Hayır, ne yapabilirdim ki...
***
Şimdi niye yazdım bunları?
Bundan beş yıl önce, 16 Kasım 2000’de birdenbire göçüp giden Ahmet Kaya’nın hatırasını yadetmek için.
Çünkü, bütün bu hikâyelerin en güzel şarkı larını yaptı Ahmet Kaya... Artık adı sanı hatırlanmayan harikulade insanların şarkıları... Kendi gencecik hayatlarına dair hiç bir beklentileri olmayan, hani o malum üç-beş yıla bir kaç ömürlük serüveni sığdırmış kara kuru çocukların hikâyeleri...
Kahramanlık ve cesaret kadar korkunun ve yenilginin de olduğu, kimi zaman meydan okuyan, kimi zaman lumpen ve dalgacı... Hatta kimi zaman çapkın! Yani yaşanmış hikâyenin biraz kendisi gibi... Bazen öfkeli, bazen acılı şarkılar...
Ahmet şimdi, "yurdundan uzak / yağmurlar içinde.." Komün şehitleriyle kucak kucağa yatıyor Pere Lachaise mezarlığında... Paris’in kurşun rengi göğünün altında...
Bir gün yolunuz düşerse Paris’e... Bir demet karanfil alıp gidin Pere Lachaise’e... Kapıdaki görevliye sorarsanız, nereye gitmeniz gerektiğini gündelik bir alışkanlıkla tereddütsüz tarif eder. Ama Ahmet’in mezarına vardığınızda, elinizdeki demetin yarısını bırakın oraya... Diğer yarısını birkaç sokak ötede yatan Yılmaz’ın mezarına bırakırsınız. Ahmet de bunu isterdi.
Kendine iyi bak, iki gözüm... Bizi düşünme... Su akar yatağını bulur.