Ahval ve şerait
Cep telefonumda kullandığım bankacılık uygulamasında, ekranın sağ alt köşesinde “Durumum” diye bir sekme var. Hiç tıklamadım ama, sanıyorum gelir – gider tablosu ile “finansal ahval ve şeraitim”in fotoğrafı, belki de yürek paralayıcı bir grafik halinde sunuluyordur orada. Ne zaman bir işlem yapmak üzere uygulamayı açsam, ana sayfada gözüm oraya takılıyor.
Ama, ne zaman gözüm takılsa, “Ya boşver şimdi. Moralini bozma. Gir, işlemini yap, çık...” diyor iç sesim.
Yoksulluk sınırının altında bir gelirle çalışan bir emekli – emekçinin doğal ve belki de on milyonlarca insanla birlikte paylaştığım anlaşılabilir refleksidir bu.
“Girip, işlemimi yapıp, yani bir yerlere yine para ödeyip” çıkıyorum. Dün sabah da, başta kira ve aidatları ödeyerek yaptığım gibi.
Ama maalesef, hayatın başka alanlarında böyle bir seçenek yok. Yani, “durumumuz” diye bir sekmeye “tıklayıp tıklamamak” seçeneği sunulmuyor bize. Sabah gözümüzü açtığımız andan gece uykuya dalana kadar, deyim yerindeyse “Drraaaank!” diye suratımıza vuruyor her şeyi hayat.
Örneğin, önceki sabah uyandığımızda, “Katliam Yasası”nın kabulü için oy kullanan ve bunu adeta bir “zafer” pozuyla kutlayan iktidar partisi milletvekillerinin yılış yılış, yıvış yıvış, vıcık vıcık pespayelik akan fotoğrafı ile karşılaştık, TV ekranlarında ve gazete – internet sayfalarında.
Yine aynı ekranlarda ve sayfalarda, ortadoğuda bizi de içine alma potansiyeli taşıyan yangının üzerine binlerce ton benzin dökülmesi anlamına gelen bir suikast haberi, HAMAS lideri İsmail Heniye’nin Tahran’da öldürüldüğü gerçeği de orada öylece duruyordu, yukarıda sözünü ettiğim sanal “durumum” sayfasında. Aslında sanal da denilemez pek. Açık seçik “somut durumumuz” sayfasında.
Daha bir gece önce yatmadan önce yine suratımıza adeta bir “Erzurum sabahı ya da Ankara akşam vakti ayazı” gibi çarpan doğal gaz zammı ve başka hunharca zamların haberleri de o “kaskatı” durumum sayfasının kan dondurucu nişanelerinden biri olarak orada zuhur ediyordu.
Bu menfur haber ve görüntülerin yanına yönüne serpiştirilmiş, en az onlar kadar rahatsız edici detaylar da, itici tabloyu tamamlayan unsurlar gibi pis pis karşıdan sırıtıyordu.
Mesela, “Hayvan Katliamı”na cevaz veren yasanın destekleyicilerinden birinin, muhalefet sıralarına dönüp “Başıboş köpekler” sözüne eşlik edecek şekilde yaptığı el işareti. Malum “Rolexli yüzsüz”ün yılışık selfie’si. Vergi yüzsüzlerinin utanç verici “sıralı listeleri”, Cumhurbaşkanı’nın, daha önceden “çok büyük bir konvoyla gelmesinin istenmemesi üzerine vazgeçtiği için” davetliler listesinde olmadığı halde, “Torunum önceden bana LGBTİ gösterisi olacağını söylediği için gitmedim” sözleri... Ve daha niceleri.
Dahası, bütün bu saydıklarıma ek olarak en az bunlar kadar vahim ve rahatsız edici haberlerin tonlarcasının boca edildiği gazete sayfaları ve TV bültenleri, kaçması – kaçınılması mümkün olmayan bir “Durumum” ekranını, eski tabirle “Ahval ve Şerait” tablosunu hiç talep etmemize gerek bırakmadan önümüze sermiyor mu?
Hepsinin üzerine, çarşıda pazarda, restoranda mağazalarda, kısa bir süre önce gittiğim ve oldukça pahalı yaşam koşullarından yakınan bir Avrupa ülkesi başkentindeki fiyatları karşılaştırdığımda gördüğüm “neredeyse bire bir aynı, hattâ daha ucuz” sayıların can sıkıcı etkisi de eklenmekte.
Bir öğle yemeğine verdiğim paranın, en basit bir tişörte ödediğim paranın, İstanbul ile aynı olması, canımı daha da sıkmakta.
Özgürlüklerin boğazlanmasına, insanların sürekli takip, tehdit ve tecrit altında bulunması halinin sürmesine, doğu ve güneydoğu illerimizde son derece hayati bazı yol işaretlerinin bile insanların kendi dillerinde yazılmasına gösterilen tepkinin iğrençliğine, neredeyse saat başı bir yenisi eklenen işçi cinayetlerinin ve saymaktan yorulduğumuz kadın cinayetlerinin sürmesine duyduğumuz öfke, artık bu “Ahval ve Şerait” tablosunun rengini giderek daha da karartıyor.
31 Mart’ta kaybettiği belediyeleri cezalandırmak için haciz silahına başvuran bu yolla da o şehirlerin halkını cezalandırmaya kalkışan iktidarın acımasızlığı da üstüne acı bir sos gibi dökülüyor bunların.
Bütün bunları alt alta toplayınca, hepsinin “sıradan ve olağanlaştırılmaya çalışan” bir olgu olarak kabullendirilmeye çalışılması daha da çok canımı sıkıyor. Hepsi tek tek ve bir bütün halinde “sınıfsal” bir mücadelenin varlığını ve gerekliliğini hatırlatmasına rağmen, kendisini bir “umut ve hattâ tek umut” olarak pazarlamaya çalışan ana muhalefetin, orada burada yaptığı basın açıklamalarından ve AYM başvurularından medet ummasına, ülkenin “bu rejimden bir an önce kurtulma kararlılığını” bir türlü görmek istememesine de isyan ediyor insan.
Ana muhalefet lideri, “Bakarız, değerlendiririz, görelim bakalım halkımız istiyor mu?” diye topu ayağında dolandırdıkça, bu açmazın sorumlusu olarak neredeyse faşist iktidardan çok “Huysuzluk ederek kendisini uyaran bir kısım gazeteciyi” suçlamasını da kaygıyla izliyorum.
Ama enseyi karartmanın da “devrimci umudumuzu yitirmenin” de bir işe yamadığının bilincinde olarak, sınıfın gücüne ve mücadele potansiyeline güvenimi de korumanın gerekli olduğunu hiç aklımdan çıkarmıyorum.
Aşacağız bunları.
Tersine çevireceğiz bu “ahval ve şeraiti”.
Çünkü artık şart bunu yapmak.
Tarih emrediyor.