Aileyle arzu arasında merkez arayışının beyhudeliği
EMRE ERBATUR
“Gerçekler, onları yaratan
insanlar kadar kırılgan.”
Andreas Steinhöfel’in ilk kez Almanya’da 1998’de yayımlanan, Türkiye’de ise Delidolu etiketiyle 2022’de raflarda yerini alan Dünyamın Merkezi, kitabın sonundaki Visible’a Veda bölümünden de anlaşıldığı üzere, eşcinsel genç bir erkeğin kendini, cinselliğini, dostluğu, aileyi, aşkı keşfetmesini irdeliyor.
Oysa Steinhöfel dile getirmedikleriyle de boşlukları doldurabilen bir yazar. Dolayısıyla bence bu roman bir büyü bozumunun da romanı çünkü roman ailenin tanımladığı, sadakati önceleyen mülkiyet ilişkilerinin beslediği hiyerarşik toplumsal sözleşmenin aslında cinsel yönelimler üstü, arzu karşısında kaypak ve kırılgan bir bireysel ve duygusal deneyimler yumağı olduğunu da hissettiriyor.
Aile bir ezberdir. Var olmadığında bile boşluğunu doldurmaya şartlandığımız bir alışkanlıktır. Aile ve aile kavramı, anne, baba ve çocuk arasındaki sahiplenme güdüsü ve bu güdünün aktarımı nedeniyle bir mülkiyet kalesinin yapı taşlarıdır. Aile, bireylere bu güdü çerçevesinde toplumsal roller atayarak duygusal süreçlere işleyen belli sevme ve nefret etme biçimlerinin de yeşerdiği kadim bir coğrafyadır.
Steinhöfel bu coğrafyanın haritasını ters yüz etmeye çabalıyor romanında. Onun anlatısı, kişilerinin aileyle giriştikleri, kimi zaman geçersizleşen, kimi zaman yıpratıcı, çoğu zaman sağaltıcı ama önünde sonunda kişiyi aynı aile coğrafyasına sürgün eden duygusal mücadeleye yoğunlaşıyor. Eşcinsel bir yazar olarak, eşcinsel Phil’in durumunu çözümlerken, onun yaşamının ve zihinsel dünyasının bu coğrafyanın heteroseksüel bağlanma ve sahiplenme, hiyerarşik kaynağa ulaşma izleklerince biçimlendiğini teslim ediyor ve bu noktada roman bir açmazın anlatısına dönüşüyor.
Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya, ailenin kurumsal ve duygusal dayatmalarından kaçan genç anne Glass, Eski Dünya’da doğan ikizler, Phil’le Dianne; onlara kucak açan dostları, Tereza ve Kat; önce düşman, sonra dost olan Dennis; uzak diyarların esintisini evlerine taşıyan, deniz adamı uzak akraba Gable; onları ötekileştiren Karşıdakiler ya da İnsancıklar; birlikteliğinde aşkı, nefreti ve arzuyu keşfettiği Nicholas ve başka pek çok kişi ve nesne Phil’in dünyasının merkezini örüyor. Oysa bu merkez sahicilikten yoksun. Deneyime duyduğu açlıkla doygunluğa ulaşıp yaşamını bir merkezde sabitleme isteği arasında yaşadığı telaş, arzunun karanlık sularında çaresiz bırakıyor onu. Duyguların ve şehvetin kestirilemezliğinin kayganlaştırdığı zemin ona göre değil ama Steinhöfel tam da bu zemine seriyor kışkırtıcı ve cesaret isteyen yol haritasını.
Dolayısıyla romanın başlığındaki ironi Phil’in kabullenemediği merkezsizlikle belirginleşiyor birdenbire. Hangi cinsel yönelime sahip olunursa olunsun ailenin kurguladığı mülkiyet ilişkileri içinde kalındığı sürece hiçbir ilişkinin orijinal, benzersiz ve biricik olmadığı görülüyor. Ve roman bir noktada, aşkın ve arzunun sahiplen(il)meyi taşıyamayacağı fikriyle yüzleşemeyen bireyin tutarlılık arayışını kör bir çaresizlikle babayla özdeşleştirmesinin ve aileyi meşrulaştırmasının da mitosuna dönüşüyor böylelikle. Başka bir deyişle, Phil’in baba arayışı kadim sahiplen(il)me güdüsünün duygusal düzlemdeki büyülü bir uzantısı, babaysa, şehvetin kırdığı kalbin hazin yaması oluyor.
Sonuçta, Dünyamın Merkezi, Visible’a Veda bölümünde belirtildiği gibi mitolojik göndermeleriyle bir gencin yaşamını ironik bir biçimde efsaneleştiren; onun arayışlarını, kaygılarını, düşlerini epikleştirerek gülünçleştiren renkli bir anlatı. İşte bu yüzden, kanımca roman, ironik dokusunun perdelediği ölçüde sustuklarıyla da öne çıkıyor çünkü bu alaycı mitos, aileye trajik ve tekinsiz bir çehre kazandırıp onu geçersizleştiren arzunun ardındaki o buruk ironiyi merkezsizlikten duyulan korku karşısında merkeze duyulan özlemde cisimleştiriyor ve böylece bir merkez ön kabulünün parodisine dönüşüyor.