Google Play Store
App Store

Ailem Trakyalı değildi. Rahmetli babacığımın kökeni Batı Trakya topraklarıydı. Yani biraz, "o taraflardan" esintiler var sayılır, DNA’mızda. Şive filan yoktu babamın dilinde, bana da geçmedi. Ama Trakya insanının o sevimli "Beyaa"lı, "Epten..."li ve "H" harfini yutarak konuşmalarına bayılırım. İyi de taklit ederim.

Lise yıllarımda, öğretmenlerimizden birinin Hayrabolulu (‘ayrabolu) olduğunu ve bu şiveyle konuştuğunu hatırlatırım. Milli Güvenlik dersine gelirdi. Kendisine sıkça (hınzırlığımızı mazur görün) " ‘ocam, bize ‘elikopterli ‘ava ‘arekatını bir daha anlatır mısınız?" diye takıldığımızı, esprili bir dille bolca azar işittiğimizi de...

Sağ ise, kulakları çınlasın... Bir gün birine kızıp ciddi biçimde azarlamış ve şunu söylemişti:

"İzzet-i nefsinin tellerine ‘akaret mızrabıyla dokunuyorum. Ses yok!.."

Birkaç gündür ABD yönetiminin Trump’tan sonra en önemli isimlerinden Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun, Türkiye’ye yönelik lâflarını duyduğumda aklıma hemen bu "akaret mızrabı" geliverdi, nedense.

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu (Türkiye’yi ismen zikretti) bazı ülke liderlerinin (Erdoğan’ı ismen zikretti) "Başkan Trump’la 5 dakikalığına bile olsa görüşüp elini sıkabilmek için yalvardıklarını" söyleyerek, ağır bir saygısızlığa imza attı, Rubio.

Eminim Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten en üst düzey siyasetçi AKP’li Cumhurbaşkanı da, öyle hissetmiştir ama, ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak o ‘akaret mızrabının dokunuşunu fena halde duyumsadım.

Açıkçası ‘aysiyetime dokundu.

Amerikan yönetiminin yakın geçmişte de, Barack Obama’nın Oval Ofis’te verdiği o ünlü "beyzbol sopalı pozu"nu, yine bu Donald Trump’ın yakışıksız "Don’t be a tough guy... Don’t be a fool..." (Kabadayılık/Efelik/Dik kafalılık etme... Aptal olma...) sözlerini de hatırladım hemen.

Daha da yakınlarda, Trump’un Soykırımcı Netanyahu ile birkaç ay önce buluşmasında "Erdoğan’la aramız çok iyi. Ne istersem yapar. Bizim Papaz’ı (Brunson) istedim. Hemen serbest bıraktı, yolladı" mealindeki sözlerini de...

Bu sözler, iki özel şahıs arasında bile ortalık yerde söylense, buna benzer tavırlar özel bir şahsa karşı dahi takınılsa en azından "Bi dakka! Sen ne biçim konuşuyorsun öyle?" diye bir tepkiyi hak etmez mi?

Kaldı ki, ABD’nin daha bir "fikir" ya da bir "konsept" bile olmadığı çağlarda kurulmuş bir devletin hatta devletlerin mirasçısı olduğu iddiasındaki bir koskoca devletin en üst düzey (üstelik seçilmiş) temsilcisine yönelik kullanıldığında, çok daha vahim anlamlar içeren sözler ve tavırlar bunlar.

E o zaman?..

İnsan ister istemez, bunun gereğinin yapılmasını ve en azından aynı tonda bir yanıt verilmesini, en azından Rubio’nun doğrudan muhatabı Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, "Hop! Bilader! Senin, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ne yalvarması? Ne el sıkışmak için 5 dakika talebi? Neden bahsediyon sen?" demesini beklemek hakkımız değil mi?

Bu yapıldı mı? Hayır.

Ne yapıldı?

Onun yerine iktidar partisinin sözcüsü, bu olayın mevzu edilmesini ve pasif kalınmasını eleştirenlere yani muhalefete ve muhalif yazara - çizere - yorumcuya "hörelendi"...

‘akaret mızrabı ve ‘aysiyet tellerimize yönelik o mızrap vuruşları, kaynayıp gidiverdi.

Bizim için kaynamadı tabii ki. Beynimizde çınlayıp duruyor ve duracak.

Ama bütün bunlar olurken, bu satırların yazarının dün posta kutusuna düşen bir iddianamede de olduğu ve benim gibi binlerce insana da reva görüldüğü gibi, bu memleketin savcıları, maaşallah harıl harıl "Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla" iddianame tanzim etmeye, yargıçları da çatır çatır mahkumiyet kararları vermeye bolca mesai harcayabiliyorlar.

Recep Bey Rejimi, kendi insanından gelen en demokratik eleştiriyi, hatta doğrudan kendisini hedef almayan (benim hakkımda açıldığını dün öğrendiğim dava örneğindeki gibi) sözleri bile "akaret" belleyip şu meşhur 299/1 maddeyi (en azından 1 yıldan 4 yıla kadar hapis öngörüyor) çalıştırabiliyor.

Elin oğlu, üstelik de şahsının ismini bile zikredip, koskoca bir devletin itibarını hedef alan "Yalvarmak" fiili içeren hakaretleri TV ekranlarında boca ederek hakaret edecek, ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının en doğal anayasal hakkı olan (Anayasa madde 26 - Anayasa madde 28) fikir, ifade ve basın özgürlüğünün sınırları, saray rejimince her geçen gün daha da daraltılacak. Bu ülkenin sokaktaki vatandaşı da, gazetecisi de, siyasetçisi de, sendikacısı, akademisyeni, ögrencisi, emekçisi, emeklisi de mahkemelerde sürüm sürüm süründürülecek, öyle mi?

Biz de, Anayasa’ın o değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek o meşhur 2’nci maddesindeki

"... ‘ukuk devleti" olduğuna inanmaya devam edeceğiz.

Hakaret, haysiyet ve hukuk gibi kavramların içinin bu kadar hızla boşaltıldığı bir dönemi, fena halde iliklerimize kadar hissederek yaşıyoruz.

İçeride fena halde şahin gibi, dışarıda ise üstelik koskoca bir devletin itibarı söz konusu olduğunda olağanüstü "Mutedil, uhulet ve suhuletle" davranılmasına neden olan şeyleri hep anlattık.

Anlatmaktan bıkmayacağız da.

Rejim kendi bekâsını ne kadar önemsiyorsa, biz de halk olarak tek tek ve bütünsel anlamda "aysiyetimizi" en az o kadar gözetmek zorundayız.

Mücadelemiz bunun içindir.