Google Play Store
App Store

Bu yazının ilk cümlesindeki ‘asansörde kalmıştık’ ifadesini kaç kişi gerçekten ‘asansörde kalma’, kaç kişi ise yazıda asansörden bahsetme olarak algılamış olabilir? Bunu bilmem zor

Geçen yazıda, asansörde kalmıştık. Kaldığımız yerden devam edelim derken, ‘asansörde kalma’ sözünün az sayıda okurun kafasında ilk canlandıracağı düşüncenin ‘ne asansörü, kim asansörde kaldı’ olabileceği aklıma geldi. Kaldığımız yerden devam etmek yerine bu çağrışımı bir iki paragraf  boyunca izlemeye karar verdim. Türkçe’de, bir çok başka dilde olduğu gibi, kelimeler ya da cümleler içinde yer aldıkları bütün ile beraber okunarak anlam kazanırlar. Bu tek başına cümlelerin ya da sözcüklerin, belirsiz, dolaylı ya da eksik kalmasını doğurur. İstemediğimiz bir durum mu? Tam tersi; bazı ifadelerin doğrudan ve kolay anlaşılırlığının mümkün olmaması, kesinleşmiş ifadeler taşımayan konuşmaların yarattığı belirsizlik, dili kullanırken, karşılıklı konuşmanın sürmesine, diyalogların oluşmasına imkân verir. Dildeki bu muğlaklığın sağladığı ‘umut’, kesip atmayan yaklaşımlarla beslenir.
Peki, bu yazının ilk cümlesindeki ‘asansörde kalmıştık’ ifadesini kaç kişi gerçekten ‘asansörde kalma’, kaç kişi ise yazıda asansörden bahsetme olarak algılamış olabilir? Bunu bilmem zor; ama hayatından en az bir kere asansörde kalmış, hele ki bundan çok da korkmuş, bir kişinin bir anlığına da olsa, ürkütücü ya da rahatsız edici bir his içine girmesi beklenir. Travmatik olay, ipuçları ile canlanır. Dildeki belirsizlik, sadece umut ya da olumlu beklentilere değil, tehditkâr, korkutma amaçlı tavırlara da imkân verir. Geçmişteki bir travmatik (kişinin ruhsal ya da bedensel bütünlüğünü bozucu bir olayla karşılaşması ya da böyle bir olaya tanıklık etmesi) durumu çağrıştıran sözcük ya da cümleler, söyleyenin ağzında bir ‘silah gösterme’ etkisi kazanabilir. İşte böyle bir dil üzerinden birbirimizle anlaşmaya çalışıyor, korkuyor, korkutuyor, umut veriyor; ya da umutlanıyoruz.
Asansöre dönelim. Geçen yazıdaki cümleyi fazla yer kaptırmadan alıntılayayım: “... Laf açma dürtüsünü, kontrol etme anında hissettiğimiz yerlerden bir diğeri de asansör ‘yolculukları’dır. Çoğumuzun konuşmamak, karşımızdaki ile  göz teması bile kurmamak için en çok debelendiği bu ortam...”. Asansördeki sıkıntılı anları hafifletmek için özellikle büyük otel ya da işyerlerinde bir de asansör müziği çalar ki, bunu bir parça, yazlıklarda, lokantalarda kafelerde konuşmaya imkan vermeyecek kadar yüksek sesle çalınan müziklere benzetirim. Konuşacak bir şey yoksa, ya da konuşmak tedirgin edici geliyorsa, sesimizi bastıran bir müzik güzel bir mazeret olur. Ortamı bırakıp gitmemize engel olan biraz da budur. Peki, sessizliğe tahammül edemememize ne açıklama getirebiliriz? Issız, pek kimselerin olmadığı bir sahilde arabasının kapılarını da açarak yüksek sesle müzik çalmanın, mezarlıktan geçerken ıslık çalmaktan bir farkını göremiyorum. Boş, müşterisiz bir lokantaya girdiğinizde, hiç olmazsa bir müzik sesi olsun diye içinizden geçirdiğinizde de benzer ruh durumunun etkisinde olabilirsiniz.
Hangi ruh durumu? Korku. Korku, bizi iç rahat bırakmayan, her fırsatta kendini ortaya atıveren, bastırmak için kendimizce yöntemlerimizi geliştirdiğimiz duygu. Sessizlik ya da ıssızlıkta huzur değil, dehşet buluyorsak, bu sadece çok korku ya da gerilim cinayet filmi seyretmiş olmaktan kaynaklanamaz. İçimizdeki en temel korkunun, her an canlanmak için fırsat kollayan hayatın bitivermesine ilişkin korkunun, bir müzik sesiyle dizginlenebilmesi ise, duygular arasındaki tahtırevalli oyununda ağırlığımızı nereye koyduğumuzun önemini gösterir. Yalnızca umutlu ya da şinanay bir hava değil, üzüntülü bir şarkı bile korkuyu bir kenara itebilir.
Asansörden kendimizi dışarı atmadan önce, asansörü beklerken ki davranışlarımıza da bakabiliriz. Bekleme süresi uzun asansörlerde, düğmeye birkaç kez basınca daha hızlı geleceğini sanmak yaygın bir düşünüş şeklidir. Bunu sadece başkaları yapmaz, siz ya da ben, herhangi birimiz, zamanın geçmesini hızlandırma yolu olarak deneyebiliriz. Olduğumuz yeri bir an evvel terketmek, ve/veya gideceğimiz yere bir an evvel varmak hedefi için bir sonraki adım asansör kapısına yumruk ya da tekme atmak olabilir. Ne yazık ki, bu yol yüksek binalarda sesimizin (tekme ya da yumruk sesimizin) diğer katlardakilere duyurulamaması sebebiyle pek etkili olamaz.
Asansör macerası bu kadarla kalmaz. Eğer içinde “kapıyı (beklemeden) kapat” düğmesi olan bir asansördeyseniz, biner binmez, hem bir an evvel asansörü harekete geçirmek, hem de mümkünse yalnız çıkabilmek için bu ‘kapıyı kapat’ düğmesi en çok kullanılan düğme olur. Bunu topladığım verilere dayanarak (gülmeyin ama!) söylüyorum; hem ABD’de, hem de ülkemizde bu ‘kapıyı kapat’lar eskime sebebiyle en sık değiştirilen düğmelermiş.
Peki, başkasıyla beraber olma (sosyallik) bu kadar temel bir dürtüyken, neden hem ıssızlık (ve tek başınalık), hem de onun bir tür karşıtı olan başkalarıyla asansör kabininde beraber olmak kaçınılan durumlar oluyor? Ya müzik çalıyor, facebook’tan tanımadığımız insanlarla samimiyet geliştiriyor, ya da hiç tanımadığımız, dolayısıyla ne olduklarını bile bilmediğimiz insanlarla karşılaşmamak, beraber olmamak için elden geleni yapıyor, asansör kapısını suratlarına kapıyoruz?
Geçen yazıya bir bağlantı ile bitireyim: dürtü, duyguların harekete geçirdiği, kontrol edilmesi ve edilmemesi arasında gidilip gelinen, hepimizin bir öyle bir böyle olmasına yol açan bir biyolojik özelliğimiz. Dilimize yansıyan belirsizliklerimizin, davranışlarımıza yansıyan çelişkilerimizin kaynağı. Duyguları, dürtüleri anlamak mümkün, ama akıl işi değil.