AKP’li 20 yılda Türk dış politikası
AKP genişleyen ve dışa açılma sürecinde epeyce yol almış ve deneyim sahibi olmuş bir iş dünyası ile yola devam etmiş iken, Özal Eximbank ve ihracat ve müteahhitlik hizmetlerinin görece daha zayıf deneyimlerinin birikime yaslanıyordu.
Hakan Güneş
Türkiye’nin geleneksel dış politika parametreleri ile uyumlu bir başlangıca sahip AKP dış politika açılımları özellikle ilk döneminde İsmail Cem döneminde etkili bir biçimde hissedilen “Avrupalılaşmış” karakterinden çeşitli nedenler sonucunda 2007 sonrasında uzaklaşma sinyalleri görülmeye başlandı. Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz bu tarihi biraz daha geriye götürerek 2005’den itibaren Türkiye’nin dış politika’da kuvvetli bir Avrupalılaşmış çizgiden, gevşek bir Avrupalılığa ve ardından paralel bir Avro-Asyacılığa yöneldiğini tespit ederler. Dış politikada Avrupalılaşmadan ayrılmanın kuvvetli ve ya da gevşek evreleri arasındaki ayrımı bir kenarda tutarsak Hamas’la ilişkilerin önemli bir dönüm noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz: Filistin’de Mahmut Abbas yönetimi ile Hamas arasında ayrılıkların baş gösterdiği bir evrede Hamas’a yakın adımların atılmasını Türkiye’nin geleneksel partneri olarak görülen İsrail ile sertleşilmesi ve özellikle Mavi Marmara filosu olayı sonrasında tarihindeki en gergin-soğuk noktaya erişmesi Türk dış politikasında AKP ile yeni bir vizyon çizilmeye başlandığının işaretleri idi.
Ancak bu değişim AKP’nin ilk 10 yılının sonundaki değişimi kakaterize ederken, gelişmeler burada da durmadı. 2010’larda belirginleşmeye başlayan yeni dönem 2013’den sonra netlik kazandı ki bu durum da en az birkaç kez değişime uğradı.
Geleneksel Türk dış politikası dinamikleri ve AKP
Kuruluştan yakın tarihe kadar Türk dış politikasının temel amacı Lozan Antlaşması ile oluşan statüko’nun korunması olmuştur. Türkiye’nin Balkanlar ve Ortadoğu’daki komşu ülkelerle bu dönemde yürüttüğü diplomasi esas olarak statükonun kabulünü ve sürdürülmesini amaç edinmişti. Lozan statüsüne bağlılığı Cumhuriyet boyunca dış politikanın en az değişen unsuru olarak değerlendirir. Baskın Oran statükoculuğun aynı zamanda “dengeci statükoculuk” olduğunu da belirtir. Buna göre “stratejik orta boy devlet olarak” Türkiye geleneksel dış politikasında bölgesinde dengeleri bozacak gelişmeleri yakından izler ve “kendi bölgesinde hiçbir ülkenin tekel sahibi olacak biçimde hegemon olmasını istemez.”
Geleneksel Türk Dış politikası denince üzerinde yaygın bir mutabakat olan ikinci prensip olarak ise “Batıcılık” sayılmaktadır. Batıcılık ile kast edilen Türkiye’nin, hep Batı’ya ve özellikle de Batı Avrupa’ya yakın politika izlemesi olarak tanımlanmaktadır. Baskın Oran Batı’nın kabul etmemesi ve halk ile elitler arasında önemli bir farklılaşma bulunmasına karşın bütün yönetici elitlerin batılılaşmış olması nedeniyle dış politikada batılcığın orta ve uzun vadede ağırlık sahibi olmasını doğal bir sonuç olarak değerlendirmekte idi.
Ancak geleneksel Türk dış politikasını kesin çizgilerle resmetmenin yine önemli güçlükleri mevcuttur. Türkiye’nin Osmanlı’nın son döneminde sürekli toprak kaybetmesi ve “Osmanlıcı” üst kimlik etrafında bir devlet ideolojisi oluşturma çabalarındaki başarısızlık, Cumhuriyet döneminde ciddi bir temkinli yaklaşımı gündeme getirmiştir. Bu noktada imparatorluk mirasçısı pek çok ülkede sıkça görülen irridentist eğilimlerin Türkiye’de egemen dış politika haline hiç gelmediğini belirtebiliriz. Yine de ülke gelişip uluslararası konjonktür elverdiği ölçüde irridentizm denmese bile, statükoculuğun sınırlarının zorlandığı önemli adımlar atıldığı da kaydedilmeli. Özellikle Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Montreux Boğazlar sözleşmesi bu noktada önemli örnekler olarak değerlendirilebilirler. Keza 1959 la birlikte izlenen Kıbrıs siyaseti ve özellikle 1974 Kıbrıs Harekâtı ise konu hakkında en azından önemli bir atipik durum olarak değerlendirilebilir. Nitekim “ yeni–Osmanlıcılık” kavramının ilk olarak Kıbrıs Harekâtı sonrasında gündeme gelmesi tesadüfi sayılmamalıdır. Yine de tüm bu adımlar, günümüzde gündeme gelen Suriye gibi alanlarla kıyaslandığında, en geniş manada Misak-ı Milli sınırları ve egemenlik hakları ile sınırlı kalmıştır denilebilir.
Soğuk Savaş sona ererken dışa açılan Türkiye ekonomisi dış politikasını da daha aktif bir düzeye getirmiş özellikle Özal’ın son yıllarında hem Körfez Savaşında aktif bir rol oynanmaya çalışılmış hem de bir yandan Kürt sorununda bölgesel hamilik diğer yandan ise yeni bağımsızlaşan Türk dilli cumhuriyetlere ağabeylik rolleri gündeme gelmiştir. Yine de 1990’lar boyunca Türk dış politikasında Osmanlının son yıllarında tartışılan bütün eğilimler sırayla ve birbirinin içine girerek belirli bir ölçüde boy göstermişlerdir.
AKP dış politikasında cumhuriyet tarihindeki dış politika prensiplerinden bazılarının geri plana düşüp başka prensiplerin devreye gireceği, ama süreklilik ve derinlik kazanmaktan uzak, zigzaglar içeren, stratejik olmaktan çok taktik önceliklerle yürüyen bir politik pragmatizmin devrede olduğu görülecektir.
AKP Pragmatizmi ve Zigzagları
AKP dış politika çevrelerinin iddia ettiği gibi kamu diplomasisi, sıfır sorun, Kıbrıs açılımı, yumuşak güç unsurlarını kullanma ya da ticari diplomasiye öncelik verme gibi gelişmeler 2002 tarihinde başlayan adımlardan ziyade partilerden ve hükümetlerden önemli ölçüde bağımsız, ülke düzeyinde ortaya çıkan gelişmelerin sonuçları olarak görülmelidir. Nitekim Yunanistan’la (Hatta Ermenistanla diyalog) yakınlaşma en azından İsmail Cem döneminde başlamıştır. Ticari diplomasi ve yumuşak güç enstrümanları Özal ve Demirel dönemlerinde şekillenmiştir. Kıbrıs konusundaki yumuşama sinyallerini de 28 Şubat sürecinde ve özellikle 1999 Helsinki Zirvesi arifesinde MGK kararları çerçevesinde gündeme gelmiştir. Bu konuları burada tek tek açamayacağımız için şimdilik bu düzeyde anacak ve AKP’nin yaratmaya çalıştı Ancien Régime imgesinin gerçek durumu çok da isabetli yansıtmadığının altını çizmekle yetineceğiz.
AKP dış politikasının özellikle ikinci dönem sonu ve üçüncü dönem başında belirginleşen eğilimlerine baktığımızda ise eksen kayması tartışması, sıfır sorun politikası ve son olarak Suriye gelişmeleri çerçevesinde hem bir mezhep eksenli politika hem de yumuşak güç ve ticari diplomasi araçlarından sert güç unsularına hızla geçme eğilimi etrafında dönen tartışmalara açıklık getirilmeli. Böylelikle değişen ve değişmeyen unsurları öne çıkan temel tartışma başlıkların işaret ettiği olgular eşliğinde değerlendirme olanağı elde etmiş olabiliriz.
Eksen ve yeni-Osmanlıcılık tartışmaları
2009 sonlarından itibaren Türkiye’nin transatlantik sistemden uzaklaşmaya başladığı giderek kendi güneyi ve doğusuna doğru ve daha İslami motivasyonlara sahip bir dış politika arayışına girdiği yorumları yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de hükümet sözcüleri ısrarla mevcut pozisyonun devam ettiğinin altını çizdiler ama tartışmanın hızı kesilmedi.
Davutoğlu çok sayıda dile çevrilen ve ülke dışında da ilgi ile izlenen “Stratejik Derinlik” çalışması baştan sona Türkiye’nin eski Osmanlı Balkan Ortadoğu ve Kafkas havzalarındaki tarihsel ve “stratejik derinliğini” geri-kazanma formülasyonudur. Elbette 2000’lerin başında yazılmış bu çalışmada irridentizm öneriyor da değildir. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’te çizdiği vizyon yeni-Osmanlıcılığın sınırlarında durmayan, daha geniş bir alçım alanına ve bölgesellikten öte bir dünya gücü olma vizyonuna sahiptir. Ancak yeni-Osmanlıcı yaklaşım bu dünya vizyonunun ana halkası ve pratik birinci ayağı olarak gündeme gelmektedir.
AKP döneminde ABD’den kopulmamış olmasını ortaya koymak eksen tartışmasının dış sınırlarını çizse dahi değişen, gelişmekte olan eğilimleri görmemiz için AKP yeni-Osmanlıcılığı’nın Özal’ın yaklaşımından farklılaşan, değişen yanlarına bakmalıyız. Bu aynı zamanda onun İslami referanslara dayalı dış politika tahayyülleri ile günümüzde vardığı nokta arasındaki farklılığın da ortaya konmasını gerektirecektir.
Farklılıklar konusunda hem ABD hem de AKP çevrelerine çok yakın bir uzman olan Ömer Taşpınar Davutoğlu’nun “yeni-Osmanlıcı” vizyonunun örneğin Necmettin Erbakan’ınkinden oldukça farklı olduğunu ileri sürmektedir. Taşpınar’a göre Erbakan’ın çeşitli Müslüman ülkeler ile kurmak istediği ittifak Batı ile olan ilişkilerin yerine ikame edilmek istenen bir ekseni ifade ederken, AKP dış politikasında doğu ile kurulan ilişkiler Batı ile olan ilişkileri bütünleyici birer boyut olarak değerlendirilmektedir. Doğru, ancak bu Özal döneminde daha çok söylem ya da girişim düzeyinde kalan yeni-Osmanlıcıktan farklılığını görmek için yeterli değildir.
AKP dönemi yeni-Osmanlıcılığı’nı Özal dönemi Osmanlıcalığından ayıran önemli iki boyut vardır: Bunlardan birincisi nicel bir farklılık olarak adlandırılabilir. Türkiye’nin bölge açılımları yapabilmesi için sahip olduğu kapasite AKP döneminde sahip olduğundan çok daha zayıf idi. AKP genişleyen ve dışa açılma sürecinde epeyce yol almış ve deneyim sahibi olmuş bir iş dünyası ile yola devam etmiş iken, Özal Eximbank ve ihracat ve müteahatlik hizmetlerinin görece daha zayıf deneyimlerinin birikime yaslanıyordu. AKP döneminde bu süreç çok daha ilerlemiş durumda idi. Keza üst üste üç dönem boyunca güçlü bir oy desteği ile koalisyonsuz hükümet etme şansı AKP’ye süreklilik sağlama şansı sağlıyor.
İkinci önemli farklılık ise ABD’nin ve genel olarak Batı’nın desteklediği Türkiye modeli seküler, serbest piyasacı, batılı karakterde bir Türkiye iken AKP döneminde sekülarite yerine ılımlı İslamcılık, batılılık yerine medeniyetler ittifakında partner doğulu Türkiye unsurları öne çıkmaya başladı.
Ancak Türkiye’nin AKP döneminde elde ettiği güçlü Türkiye imajı, AKP’nin iddia ettiği gibi kendisi ile başlayan bir sürecin değil, Özal, Demirel, Yılmaz ve Ecevit Hükümetleri döneminden devralınan, 12 Eylül sonrası Türk dış politikası eğilimlerinin bir devamıdır.
Yeni olan AKP’nin Türk dış politikasına prensipler bakımından İslamcılığı (Ilımlı versiyonunu) kuvvetli bir biçimde dâhil edilmiş olmasıdır. Bunun bölgesel görünümü yeni-Osmanlıcılıktır. İkinci önemli yenilik ise ilk döneminde Türk dış politikasının Avrupalıklaşması eğilimini sürdürdüğü izlenimine rağmen ikinci ve üçüncü dönemlerinde yumuşak güç enstrümanlarından sert güç kullanımı kapısına dayanmış bir yaklaşımın ortaya çıkmasıdır.