Belki denk gelip maruz kalmışsınızdır, İskenderun‘da çekilip, tiktok da yayınlanan görüntülere. Bir “STK” adına deprem bölgesine gitmiş, sarıklı cübbeli iki kişi, afet bölgesinden yayın yapıyorlar.

Hallerinden, kılık kıyafetlerinden afetzedelere yapabilecekleri tek yardımın dua etmek, yanlarında olmak olduğu anlaşılıyor. Ona da ihtiyaç var. Depremzedeler yalnız olmadıklarını, ülkenin dört bir yanından gelen herkesin elinden geleni paylaşmaya hazır olduğunu hissetmeye açlar. Ama asıl karınları aç, susuzlar, hala barınak bulamayan yüzlerce aile var. Deprem bölgesinde beslenme, barınma, güvenlik ve temizlik sorunu çözülmek bir yana büyüyor.


Görüntüdeki iki kişi ve onları çeken aralarındaki “gıybeti” yayınlamışlar. İskenderun’daki kilise bahçesine aşevi kurmuş ve yemek dağıtıyormuş; “Hemen karşımızda kilise var, kilise aşevi de açmış… Yanlarına gittiğimizde çok böyle elimizi öpecek derecede mütevazı yumuşak davranıp, insanları kendilerine çekmek için olanca gayretiyle çaba sarfediyorlar… Çevreyi komple temizlik yapıyorlar, millete şirin görünmek için… Yemek ısmarlıyor... Aman gelin ne olur gitmeyin… Özel eğitilmiş, kilisenin elemanları, arkadaşlar burada ve insanlara çok yumuşak tevazu davranıyor ve kendilerine çekiyorlar, bu da gösteriyor ki seçilmiş, eğitilmiş… Hocalarımız buraya gelmeli buraları boş bırakmamalı…”

Yüz ifadeleri, ses tonları, gördüklerini yorumlama biçimleri, Türkiye’nin son yirmi yılını belirleyen “AKP zihniyetinin” sembolü olacak denli özgül. Haset, kimliklerinin temeli. Zihinlerinin kolon ve kirişleri hasedin eşlikçisi yetersizlik, komploculuk ve entrikacılıkla örülü. Hep bir fethedilme, ele geçirilme ve elindeki çıkarın ondan alınmasından korkma hali. Dünyaya o kadar düşmanca bakıyorlar ki, gördükleri tek şey çevrelerinin düşmanla dolu olduğu.

Emin olmuşlar

Gıybetini yaptıkları aşevi günde 3 bin kişiye üç öğün sıcak yemek çıkarıyor. Sarıklıların dua etmek ve bölgeyi “gavurlara” bırakmamak dışında faaliyetleri olup olmadığı anlaşılmıyor. Aşevi ve kilise görevlilerinin çevreyi temiz tutmalarından, gelen herkese ayrım yapmadan yemek vermelerinden, nazik, sevecen, mütevazı olmalarından çok “işkillenmişler!” Hristiyanlığı yaymaya çalıştıklarından emin olmuşlar!

Hristiyanların iki bin yıla yakın zamandır orada yaşadığından bihaberler. Hristiyanlar 37- 39 yılından bu yana Antakya’da yaşıyorlar. İslamiyet daha ortaya çıkmadan 570 yıl önce kurulan Antakya St. Pierre Kilisesi dünyanın ilk kilisesi ve ilk papalık olarak kabul ediliyor. Hristiyanlığın dünyaya Antakya’dan yayıldığını, Osmanlının bile Antakya Hristiyanlarına saygı duyduğunu bilmiyorlar. Ya da tam da bunu bildiklerinden oradalar!

Son yüzyılda sayıları yüzbinlerden çoluk cocuk on bine düşmüş Hatay Hristiyanlarının. Bölgede misyonerlik yapıldıysa Sünnileştirme, Türkleştirme misyonerliği yapılmış, hem de devlet politikası olarak. Antakya ve İskenderun yıkımlarında Arap Alevileri ile birlikte en çok zarar gören topluluk Arap ve Rum Hristiyanlar oldular, Yahudi cemaati zaten bir avuçtu. Enkazdan Arapça yardım istediği, yemek ve suyu ana dili olan Arapça istediği için “Suriyeli mülteci” sanılan, o yüzden (!) kötü davranılan insanların olduğu görüldü. Sağ kalanların büyük bölümü bölge dışına gitmek zorunda kaldı.

Dışa vurumu

Tarih ve hal böyleyken, sarığını cübbesini kuşanıp “gavurlara” meydan vermemek, onların iyilikle propoganda yapmalarının önüne geçmek için, kendi hocalarını sahaya çağırıyor, görüntüdekiler! Aman depremzedelerin karınları doymasa da olur, yeter ki hristiyanlar yemek vermesin.
Saf kötülük ne diye merak ediyorsanız, yanıtı olabilecek bir hal bu.

Her din, egemenin elinde ezilen halklar için bir dehşet ve zulüm aracı olma potansiyelini içerir. Katolik engizisyonu, Bush’un post modern Haçlı Seferi, İsrail’in Filistin halkına uyguladığı zulüm, hep din üzerinden yürütülen iktidar olma biçimleri.

Milliyetçiliğin ve dinciliğin bu en geri, en komplocu, en hasetle yoğrulmuş haliyle kitleleri esir alan AKP, onları enkaz altında bırakmakla kalmadı, hala üstlerinde tepinmeye, ayrımcılık yapmaya devam ediyor. Görüntüdeki “errkek hocalar” AKP’nin en büyük korkusunu da dışa vuruyorlar.

Din, dil, kimlik göz etmeden, birlikte ve bir arada dayanışan insanların nezaketleriyle, insancıllıklarıyla, temizlikleriyle, paylaştıkça çoğaldıklarının, ekmeği, suyu, çadırı bölüştükçe sağ kaldıklarının farkına varmaları.

Depremde hepimiz Nazım’ın “büyük insanlık” diye seslendiklerinden olduğumuzu gördük. Umudumuz var, oluyor, olacak…