AKP’nin 22 yıllık dış politika bilançosu: Faturayı hepimiz beraber ödüyoruz
Erdoğan bu döneminde Batı’nın çalışmakta usta olduğu bir siyaset anlayışını temsil ediyor. Dışarıyı memnun etse de, içerisi dikiş tutmuyor. AKP daha çok dışarıdan kuruldu ama içeriden gönderileceği bir sürece girdi.
Adalet ve Kalkınma Partisi 23 yıl önce Ağustos 2001’de kuruldu ve bir yıl sonra girdiği seçimi kazandı. Ülkeyi hâlâ yönetiyor ya da yönetiyor gibi yapıyor.
Cumhuriyet tarihinin en uzun süre iktidarda kalan partisi olan AKP ve onun lideri Erdoğan, şimdiden Türkiye tarihine damga vurdu. Bölgesel dinamikler ile dünya sisteminde önemli dönüşümlerin yaşanmasına, bir kısmına bizzat AKP hükümetlerinin neden olduğu iç çalkantılara rağmen, Erdoğan’ın bu kadar uzun süre iktidarda kalabilmesi ciddi bir analizi gerektiriyor.
Bu yazıda Erdoğan’ın bu uzun, gereğinden fazla uzamış ve uzatmaları oynayan iktidar deneyiminin dayandığı dış temelleri ortaya koymaya çalışıp, küresel ve bölgesel dinamiklere nasıl uyum sağladığını ve ihtiyaç duyduğunda kendi ilkelerinden vazgeçmeyi kolayca göze alıp bunları nasıl yönettiğini tartışacağım. Bu süreçte kuşkusuz iç dinamikler de belirleyici oldu ama burada ağırlığı daha çok dışarıya vereceğim
İKTİDARA GELİŞ DİNAMİKLERİ
AKP 1945 sonrası dönemin en geniş sınıfsal koalisyonunun ürünü olarak iktidara geldi. Batı karşıtı, kalkınmacı, İsrail ile sorunlu, İslamcı bir gündeme sahip Milli Görüş’ten “Muhafazakar Demokrasi”ye, piyasacılığa (neoliberalizme) ve ılımlı İslamcılığa geçişi bir seri iç ve dış dinamiğin örtüşmesi sonucunda gerçekleşti.
AKP’nin iktidara gelişi, Türkiye’de merkez sağ ve solun hem liderlik açısından zayıfladığı, küreselleşmeyi taşıma ve meşruiyet üretme kapasitesini kaybettiği, küresel gidişata aykırı olarak güvenlik bürokrasisinin siyaset üzerinde etkisinin devam ettiği, ABD merkezli Batı’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu ılımlı İslamcılık üzerinden kurmak istediği bir tarihsel dönüşüme denk geldi.
Batı’da ABD ve Avrupa, Ortadoğu’da Körfez ülkeleri ve bazı monarşiler ilk başlarda Erdoğan ve değişimci ekibine destek oldular. İçeride ise 1990’lardaki Batı yönelimli İstanbul burjuvazisi (TÜSİAD) ile muhafazakar/İslamcı Anadolu sermayesi (MÜSİAD), o dönemdeki şimdinin Fetösü, o zamanın Gülencileri ile başta Nakşibendi ve uzantıları arasında kurulan koalisyona bir de toplumsal tabanı çok zayıf ama medya gücü yüksek liberaller dahil oldular.
Erdoğan için kendi dönüşümünü sağlamak kolaydı ama sorun da iç ve dış aktörleri ikna edebilmekteydi. Yoğun ziyaretler, iç ve dış güç merkezlerine verilen sıcak mesajlarla değiştiğini kanıtlama çabası sonunda meyvesini verdi. İktidarının bu ilk evresinde başta özelleştirme dahil, neoliberal ilkelerin uygulanması sürecini, kimlik siyaseti, demokratikleşme, insan haklarına vurgu (post-İslamizm) ve AB üyeliğiyle birleştirerek kendisinden bekleneni verebildi.
Erdoğan eksenli kurulmuş olan bu geniş ve güçlü ittifak karşısında kentli, laikliğe sıkıca bağlı, aslında Batılı değerlere daha yakın bir kesim ellerindeki imkanlarla direnmeye çalıştı. Cumhuriyet mitingleri, AKP kapatma davası vs bu kesimlerin karşı hamleleri oldu ama dönüşüm karşısında etkili olamadı. Soğuk Savaş döneminden kalan gücüne güvenen ama zamanın ruhundaki değişimi kavrayamayan güvenlik odaklı mekanizma, AKP, Gülen ve liberaller koalisyonunun taşeronluğunda Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle fiilen ve fiziken tasfiye edildi.
Kısaca, AKP bu dönemde üç küresel dönüşümü kendi siyasetinde buluşturabildi. Bu önemli bir başarıydı.
Kimlik siyaseti: Önce kendi kimliğini dönüştürebildi, İslamcı kimliği sistemin bir parçası haline getirebildi.
Sınıf siyaseti: Küresel sermayenin çıkarlarıyla, yerelde seküler ve muhafazakar sermayenin çıkarlarını buluşturabildi.
Jeopolitik: Tam da ABD’nin Ortadoğu bölgesiyle kurduğu bağımlılık ilişkisini, ılımlı İslamcılar üzerinden yeniden kurduğu bir döneme denk geldi. İslamcıların iktidara seçimle gelme (ve gitme) karşılığında, söylem ve eylemlerini yumuşatacaklar, küreselleşmeye uyumlu hale geleceklerdi. AKP bu stratejinin uygulayıcısı olmayı kabul etti.
Karşılığında Batı ve içerideki güç merkezleri, bütün imkanlarıyla Erdoğan iktidarına mali, ekonomik, stratejik, entelektüel desteği sağladılar.
İLK DÖNÜŞÜM ARAP BAHARI
Bu düzen 2011’e kadar iyi işledi. Tarafların hepsi kendi payına memnundu. Ne var ki bu tarihten itibaren, Erdoğan Ortadoğu’da yaşanan ayaklanmaları kendi etkisini artırmak için yeni bir fırsat olarak gördü. AKP, liberal kılıfa sardığı Yeni-Osmanlıcı bütün reflekslerini açıktan dışa vurmaya başladı. Batı ile iktidara gelmeden önce yaptığı pazarlık, kendi ılımlı İslamcı dönüşümünü Ortadoğu’da başta Müslüman Kardeşler olmak üzere diğer İslamcılara esin kaynağı olarak sunmaktı. Ama AKP 2000’lerde yaşanan ekonomik büyümenin verdiği boş bir özgüvenle Tunus ve Libya’dan başlayan Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün’ü de içine alan bir bölgesel hegemonya hayaline kapıldı. Batı ile yaptığı pazarlığı tek taraflı bozarak, model olmayı bırakıp lider olmayı tercih edince ilk kopuş burada yaşandı.
İçerideyse ilk kopuşu liberallerle oldu, ardından Gülencilerle ipler koptu. İlkinde Erdoğan (“benim size ihtiyacım yok” açıklaması), ikincisinde zamanın gözde Gülencileri inisiyatif aldı (MİT Müsteşarını gözaltına alma girişimi, ardından 17-25 Aralık vakası).
2013’te Tunus’ta Ennah’da, Mısır’da Müslüman Kardeşler hükümetlerinin iktidardan düşürülmesi, Suriye’de ise Esad yönetiminin dirençli çıkması üzerine hem ılımlı İslamcıların iktidar deneyimi kısa sürdü hem de AKP’nin bölgede hegemonya kurması ihtimali, yani Yeni-Osmanlıcılık hayalleri hüzünle ve yıkımla sona erdi.
SAĞ OTORİTER DALGA VE YENİ İTTİFAKLAR
Milli Görüş İslamcılığından, AB üyeliğine ve liberal söyleme, oradan eski Osmanlı hakimiyetini canlandırmaya kayan Erdoğan ve kadrosu 2010’larda bu kez dünyada yükselmeye başlayan sağ otoriter, yer yer ırkçı dalgayı keşfetti. 2000’lerde Ortadoğu’da demokratikleşmenin bayraktarlığını yapmaktan, yükselen sağ popülizme tutunma politikasına geçiş yaptı. Hem otoriter siyaseti yürütmek, 2000’lerdeki zoraki liberal pozisyondan daha kolaydı, herhangi bir takiyyeyi gerektirmiyordu. Erdoğan’ın kendisi olması yetiyordu.
Erdoğan’ın bu dönüşüm için içeride yeni ittifaklara girmesi gerekti. 2014’ten sonra oluşmaya başlayan ve arka planda devletin güvenlikçi kanadı, görünürde MHP, Avrasyacılar ve Vatan Partisi ekseninde kurulan bu yeni koalisyon Kasım 2015 seçimlerinden sonra nihai şeklini aldı.
Dışarıdaysa, 2016’da Trump’ın seçilmesi ilk başlarda Erdoğan’ın işini kolaylaştırdı. ABD’de güçlü liderlere sempati duyduğunu açıklamaktan çekinmeyen, Erdoğan’ı Beyaz Saray’da kabul eden Trump ilk başlarda Erdoğan için bir nimetti. Sonrası iyi gitmedi ama başta Putin, 2016 sonrasında Erdoğan’ın en önde gelen dostlarından ve işbirliği yaptığı liderlerden biri oldu. Erdoğan bir yandan S-400 alımı, Akkuyu Santrali gibi büyük alım ve projelerle hem içerideki Avrasyacıları memnun hem de iktidarı için yeni bir dış dayanak buluyordu. 2017’deki Katar-BAE anlaşmazlığında bütün ağırlığını Katar’dan yana koyarak, Türkiye’nin Körfez bölgesindeki genel kayıplarını göze alıyor ama geliştirdiği kişisel ilişkiler mali açıdan ayakta kalmasına hizmet ediyordu.
Bu kişiselleşmiş ilişkiler Türkiye’den çok Erdoğan’ın iktidarına çalışırken, Erdoğan Avrupa sağı için de çok önemli bir işlevi yerine getirebileceğini keşfetmişti. Yıkımına katkı sağladığı Suriye’den gelen sığınmacıları içeriye ensar olarak sunup, dışarıda AB’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmak AKP’nin en etikten uzak ama bir tek onun aklına gelebilecek bir keşif olabilirdi.
İlk dönemde, 2000’lerde Erdoğan daha edilgendi ve önüne konan bir programın uygulayıcısıydı. 2010’lara gelindiğinde ise artık burada karşılıklı pazarlık için inisiyatif alacak tecrübeye kavuşmuştu, ustalığa ermişti.
Türkiye tarihinde ilk kez bir lider ABD, AB, Rusya, Körfez ülkelerinin desteğini kendi şahsi iktidarında örtüştürebiliyor, her birinin beklentisini minimum düzeyde de olsa karşılayabiliyordu. Her bir muhatabına verdiği mesaj basitti. “Ben olmasam bunları da yapamazsınız”. Alt bölgesel düzlemde ise aynı anda Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Kosova Başbakanı Albin Kurti, uzun süre başbakanlık yapmış olan Alija İzetbegoviç’in oğlu Bakir İzetbegoviç ile yakın ilişkiler kurarken, aynı anda Miloseviç’in eski bakanı Vuçiç ile de sıkı bağlar geliştirebilme becerisini ve esnekliğini gösterebilen bir Erdoğan vardı. Erdoğan bu liderlerin yanında İlham Aliyev ile güçlü kişisel ilişkiler geliştirirken, Barzani, Abbas, Libya’da Dibeybe gibi bölgesel aktörlerle bağlarını sürdürdü.
Her bir aktöre Erdoğan Türkiye’nin sahip olduğu güç, kapasite ve imkânları parça parça pazarlıklarla sunabildi. AB’ye sığınmacıları Türkiye’de tutma karşılığında insan hakları konusunda tolere edilmeyi ve Doğu Akdeniz’de geri çekilmeyi; içerideki Avrasyacılara ve Rusya’ya Akkuyu ve S-400 (Türkiye siyasetinde Putin ile hangi lider bu kadar yakın olabilirdi ki?); devletin güvenlikçi kanadı ve MHP’ye Suriye ve Irak’a operasyonlar, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın hapiste tutulması, kayyumlar; ABD ve NATO’ya Baltıklardan Karadeniz’e hatta 2020 sonundan itibaren Doğu Akdeniz’de, hatta başta Somali Afrika’da işbirliği; Körfez ülkelerine ucuzundan arazi sunabilen ve geçmişin tersine demokratik olmamayı model olarak sunan bir iktidar vardı.
2020 sonundan itibaren Erdoğan iktidarı artık özellikle Batı için “oda sıcaklığına” gelmiş, uyumlu bir aktöre dönüşmüştü. İçte kontrollü baskıyla siyasal istikrarı sağlayan, büyük toplumsal, siyasal ve demografik sorun yaratan sığınmacıların varlığını kendi seçmenine kabul ettiren, ekonomisi kırılgan, ödün vermeye hazır, içeride sert, dışarıda uyumlu bir Erdoğan var artık. Erdoğan bu ustalık döneminde aslında Batı’nın çalışmakta çok daha usta olduğu bir siyaset anlayışını temsil ediyor. Fakat dışarıyı memnun etse de, bu sefer içerisi dikiş tutmuyor. AKP daha çok dışarıdan kuruldu ama içeriden gönderileceği bir sürece girdi.