Alçak mı, ahmak mı?
Henri Bergson, annesi İrlandalı, babası da Polonyalı Musevi bir Fransız düşünürü. Otuzlu yıllarda Katolikliğe ihtida ediyor, ancak 1941'de ölüp de vasiyetnamesi açılınca bu ortaya çıkıyor: İnsanların Yahudiliklerinden ötürü ayırımcılığa tabi tutulup zulüm gördüğü bir dünyada Yahudilikten ayrılmanın insanlığa ihanet etmek olduğunu düşündüğü için bunu herkesten gizlediğini söylüyor; kısacası şerefli bir adam.
Bergson'un şöyle bir sözü var: İnsan zekâsının biley taşı, insanın karşılaşıp da üstesinden gelmek zorunda kaldığı engellerdir. Çok güzel bir söz ama, aynı zamanda bir 'şeyleştirme'yi de içinde taşıyor; zira, 'en-gel'i bir varlık kategorisi gibi ele alıp, aslında hiçbir şeyin eyleyen insandan bağımsız olarak engel nitelik taşımadığının altını çizmiyor: Önünde eğilindiği, çizdiği sınır kabul edildiği, karşısında geri çekilindiği anda/ölçüde hiçbir şey artık engel değildir ki üstesinden gelinip aşılması söz konusu olabilsin. Şöyle de söyleyebiliriz: İnsan zekâsının ön koşulu özneleşme/özne olarak kalabilme irade ve cehdidir.
Bitki ve hayvanlar canlıdırlar ama, kendi dışlarından belirlenmişlikleri ölçüsünde nesne olmanın ötesine geçemezler. Özne olmak ise insana mahsustur; daha doğrusu ancak insan için olanaklıdır, ama kesinlikle garanti değil. Burada aklıma doğrudan doğruya Jack London'ın Kurt Kanı'sı geliyor. Kurt Kanı, hem onun yayınlanmış ilk eseri, hem de benim kendisinden okuduğum ilk eser, taa 45-46 yıl önce; babam alıp getirmişti, Doğan Kardeş yayınlarından, üstelik de mukavva ciltli. Bir kızak köpeğinin gözünden insanın değerlendirilmesi. Zavallı köpekca-ğız sürekli hayret içinde. Çok çeşitli olay ve durumlarda şunu tespit ediyor ki, kendisi ve hemcinsleri insanlardan hep daha dayanıklı, güçlü, cesur, üstelik de sadık, kısacası her bakımdan üstün, ama yine de efendi olan hiçbir zaman köpekler değil, insanlar; köpekler ise, hep onların köpeği.. Ancak sonunda şunu fark ediyor ki, insanda, köpeklerde hiç bulunmayan ve zaman zaman ortaya çıkıp, garip bir biçimde gücün de sadakatin de önüne geçerek belirleyici olabilen bir duygu/kavram var: Hak/adalet.
'Höt' 'hak'kın önüne geçtiği ölçüde, sadece adalet de kendisinden söz edilemez hale geliyor olmayıp, böyle bir ortamda yaşayan insanlar da Bergson'un formülünün bire birlik iz düşümünde zekâsız/ahmak hale geleceklerdir ki, böylesine yaratıklaşmış canlıların Hrant Dink'in, üstelik de kendilerinin anadilinde yazılmış o güzel ve fevkalade yol gösterici cümlesini bile, anlamamanın ötesinde tam tersinden anlamaları kaçınılmaz olacaktır.
Durum şu: Ahmet Mehmet'e zamanında çok büyük bir kötülük etmiş; Mehmet de bu kötülüğe kafasını takmış, hiç mi hiç unutamıyor ve bu yüzden de ruhunu bu olayın hipote-ğinden kurtarıp, diyelim ne önüne gelen çiçeğin güzelliğinin farkına varabiliyor, kokusunu koklayabiliyor, ne yapabileceği resimleri yapabiliyor, ne söyleyebileceği şarkıları söyleyebiliyor, ne de sevebileceği kadınları sevebiliyor; kısacası geçmişte kendisine kaybettiri-lenlere kafayı takmışlığı bugün ve ileride kazanabileceklerine/inşa edebileceklerine de engel oluyor, başka bir deyimle tarihsel/kültürel zürriyetini de kurutuyor ve bizim Hrant da Mehmet'e diyor ki 'bırak artık şu Ahmet'i ve ondan nasıl intikam almayı veya onu yaptığına nasıl pişman edebileceğini düşünmeyi, nasıl olsa senin bir ailen, yakınların ve de sevenlerin var, onlarla ilgilen, onlarla birlikte yeni güzellikler yaratıp yaşamaya bak; yoksa kendi hayatını yine kendi elinle kendi kendine zehir etmiş olursun'.
Hrant Dink'in cümlesini böyle anlamayanlar ya Türkçe bilmemekte ya da Ermeni'den temizleyemedikleri zehirli kanı, akrep kadar bile olamayıp, kendilerine değil başkalarına zerketme peşinde olan taammüdi katillerdir.