Allah daha çok versin!
“Zenginliğimi Allah verdi” diyen zatın işine gelen şey hukuki bir konum olarak laikliğin tam bir biçimde uygulanması değil, toplumsal yaşamın dinselleştirilmesidir ki ancak bu yolla çalıştırdığı işçileri karşısında “kul” ya da “ücretli köle” olarak görebilsin.

Mustafa Kemal Coşkun - Dr.
Nasıl olup da bir cümlede dört yalan birden söylenebileceğini öğrenmek isteyenler anayasamızda geçen “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” cümlesini örnek alabilir. Nitekim Türkiye ne laik ne demokratik ne sosyal ne de bir hukuk devletidir. Son üçünü başka yazılarda tartışmak üzere bu yazıda ilk yalandan ve işçi sınıfı için öneminden bahsedeceğim.
Daha en baştan söylemek gerekirse laikliği “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” tanımından kurtarmak gerekir, zira laiklik asıl olarak dinselliğin yasal açıdan bir meşruluk temeli, ama aynı zamanda da bir gayrimeşruluk ölçütü olarak alınmaması demektir.
Tam da bu nedenledir ki laiklik, insanı vatandaş statüsü çerçevesinde haysiyeti garanti altına alınmış gerçek bir hukuk öznesi haline getirir, yani hukuki bir konumdur laiklik. Kimilerinin özellikle yapmaya çalıştığı gibi bir dünya görüşü, bir inanç ya da davranış kalıbı değildir. Bu son söylediğimizin önemi şudur ki, laikliği kişiler için de geçerli bir dünya görüşü ya da inanç biçimi olarak gördüğümüzde onun karşısına da başka bir inancı, örneğin herhangi bir dinsel inancı geçirmek de kolaylaşacak ve böylece laik-Müslüman, laik-Hristiyan vb karşıtlığı da kurulabilecektir. Tam da bu nedenle laikliği din karşıtlığı olarak göstermek, bir cehaletin ürünü değilse eğer neye hizmet edeceği apaçık belli olan bilinçli bir tercihtir, zira ancak bu şekilde dini referans alan her türlü söylem, davranış, uygulama toplumun gözünde bir meşruluk kazanabilecektir. Oysa devletin değil de kişilerin laikliğinden söz etmek, örneğin devletin uzuna mail orta boylu, koç burunlu, çatık siyah kaşlı olmasından bahsetmek gibi bir şeyin, yani insanların bireysel özelliklerini devlete atfetmek türünden bir saçmalığın içine düşmek demektir.
Bütün bunları burada tekrar etmemizin nedeni, Gaziantep’teki Çelikaslan tekstil işçilerinin grevinde patronun çıkıp “zenginliğimi Allah verdi” demesinden başkası değil. Hatta konumuzla çok daha ilintili örnek, bir tarihte Regaip Kandili’nin 1 Mayıs gecesine rastlaması dolayısıyla dönemin Kayseri müftüsünün çıkıp “Allah’ın ayında en önemli gecenin gününde isyanlara dalınmasın, taat (ibadet) etmek dururken birlik beraberliğimizi bozucu olaylara kimse karışmasın” demesidir. Öncelikle, laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde tanımlanmasının yanlışlığı burada bir kez daha ortaya çıkar. Bir kere ülkede laiklik olsa bir dinin belirli bir mezhebinin temsilcisi bir devlet memuru olarak zaten müftü diye bir zat, müftülük diye bir kurum olmazdı. Ancak daha da önemlisi bu örnek, devletin dini hangi amaçlar için kullandığını da göstermektedir, zira devleti temsil eden bu müftü, sınıflı toplumlarda devletin bir sınıfın hâkimiyetini temsil ettiği verili olduğuna göre, sermayenin çıkarları için konuşmaktadır. Bunun önemi şudur ki, dinsel vaaz vermemekte, dinsel kisve altında sermayenin çıkarlarını savunmaktadır, üstelik de devleti temsil eden biri olarak. Diyanet İşleri Başkanlığı’na neden bütçeden en büyük payın verildiği de böylece gün yüzüne çıkmış olmaktadır. Demek ki sermaye, birçok başka alan gibi dinsel kurumları, tarikatları ve cemaatleri de kontrol altında tutmakta, gerektiğinde de bütün bunları para gücü ve medya desteği ile birlikte kendi işine gelen biçimde konuşturtmaktadır. İşte tam da bu nedenle toplumsal sorunların herhangi bir dine referansla düzenlenmesi işçi sınıfının aleyhine sonuçlar doğurur ve doğurmuştur.
Türkiye’de doğru düzgün bir laiklik uygulamasının olmadığı ortadadır, zira Türkiye’de laiklik, kendi geleceğini “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” doğrultusunda dünya kapitalizmi ile bütünleşmekte gören burjuva sınıfı tarafından şekillendirilmiştir, yukarıdaki örnekler bu sınıfın laikliği ve dini kendi çıkarları için nasıl kullandığını göstermektedir, ancak bu durum toplumsal yaşamın dinselleştirilmesinin işçi sınıfı açısından bir şeyi değiştirmeyeceği anlamına gelmez. Hatta tam tersine, böyle bir dinselleşmenin sonuçları işçi sınıfı açısından bütünüyle olumsuz olacaktır. Nitekim “zenginliğimi Allah verdi” diyen zatın işine gelen şey hukuki bir konum olarak laikliğin tam bir biçimde uygulanması değil, toplumsal yaşamın dinselleştirilmesidir ki ancak bu yolla çalıştırdığı işçileri karşısında “kul” ya da “ücretli köle” olarak görebilsin. Bu anlamda laiklik, insanı dininden, dilinden, fiziki görünümünden ya da başka herhangi bir insani niteliğinden bağımsız olarak salt insan olması temelinde ele alırken, dinselleşmiş bir toplumsal yaşam bırakalım işçinin ya da genel olarak insanın haklarını tanımayı, bu haklara sahip olacak bir insanın doğrudan ortadan kaldırılması, eş deyişle “kul” yapılması demektir.
Bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, işçi sınıfı laikliği korumalı ve gerçek bir laikliğin kurulması için mücadele etmelidir. Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman değil, hangi dinsel inançtan ya da mezhepten olursa olsun emekçidir, işçidir, emek gücünü satarak geçinendir. Dinsel inanç farklılıklarının işçi sınıfını bölmesine izin vermemek için laiklik işçi sınıfının savunmak zorunda olduğu bir konumdur.
Şimdi Çelikaslan patronuna ne diyelim? Allah daha çok versin! Nasılsa işçi sınıfı bir gün o elinizdekileri alıp daha eşit ve adil bir dünyayı kuracak. O gün geldiğinde elinizde daha çok şeyin olması işimize gelir.