Google Play Store
App Store
Amerika’da kadın hakları ve cinsiyet eşitliği için yeni bir mücadele dönemi
Fotoğraf: Depo Photos

Doç. Dr. Selda ALTAN

2024 seçimleri, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, küresel düzenin de geleceğini belirleyen bir dönüm noktası oldu. Seçmenler, büyük oranda ekonomik istikrar, göç kontrolü ve dış politika gibi konular üzerinden oy kullandı. Ancak Donald Trump destekçilerinin en çok vurgu yaptığı nokta, ekonomik büyümeyi ve ulusal güvenliği sağlamak için geleneksel toplumsal değerlere dönme gerekliliğiydi. Bu söylemin merkezinde ise cinsiyetçi bir mesaj yatıyordu: Güçlü bir ekonomi ve güvenli bir toplum için herkes geleneksel cinsiyet rollerini sorgulamadan kabul etmeliydi. Bu yaklaşım, Trump’ın önceki başkanlık döneminde de açıkça görüldü ve özellikle kürtaj ve doğum kontrol haklarına yönelik saldırılarla somutlaştı.

Amerika’da kürtajın geçmişi oldukça çetrefilli. 1821’e kadar yasal kabul edilen ve çoğunlukla ebeler tarafından uygulanan kürtaj, 1860-1890 yılları arasında Amerikan Tabipler Birliği’nin girişimleriyle tüm eyaletlerde yasaklandı. Ancak 1973’te Anayasa Mahkemesi’nin Roe v. Wade davasındaki kararı, kürtajı “mahremiyet hakkı” kapsamında anayasal bir hak olarak tanımlayarak eyaletlerin yasaklarını geçersiz kıldı. Trump, seçim kampanyası sürecinde bu hakkı eyaletlerin yetkisine bırakacağını vadetmiş ve başkanlığı sırasında bu yönde karar vereceğini bildiği iki yargıcı Anayasa Mahkemesi’ne atayarak 2022 yılında Roe v. Wade kararının iptal edilmesini sağlamıştı. Kararın ardından 19 eyalet kürtajı yasakladı.

Trump her ne kadar federal düzeyde bir yasak getirmeyeceğini söylese de Cumhuriyetçi Parti’nin dindar kanadı, kürtaj ilaçlarının posta yoluyla taşınmasını yasaklayan 1873 tarihli bir yasayı yeniden gündeme getirerek kürtaja erişimi ülke çapında fiilen zorlaştırmayı hedefliyor. ABD’deki kürtajların yüzde 63’ünün ilk üç aylık dönemde medikal yöntemle gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, bu kısıtlamaların ciddi sonuçlar doğuracağı aşikâr. Ayrıca, devlet destekli sigorta poliçelerinde kürtajı kapsam dışı bırakmak, önceki Trump döneminde zaten denenen bir yöntemdi. Kısacası, toplumun yüzde 60’tan fazlasının onayını alan bu hakkı doğrudan yasaklayamasa bile,[1] Trump’ın kürtaja erişimi ciddi şekilde kısıtlayacağını öngörmek mümkün.

Kürtaj meselesi, yalnızca Hristiyan muhafazakârların dini hassasiyetleri ile sınırlı değil. 20. yüzyılın başlarına kadar pek çok siyah kadının zorla kısırlaştırıldığını düşündüğümüzde, doğum kontrol tartışmalarının öjenik politikalarla iç içe geçtiğini görebiliriz. 1900’lerin başında doğurganlık oranlarının düşmesi, özellikle beyaz üst orta sınıfta, hızla artan siyahi ve işçi sınıfı nüfusuna karşı, bir “ırk intiharı” korkusu yarattı. Bu kaygı, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti politikaları ve ardından gelen rekor doğurganlık oranıyla birlikte bir süre geri plana itilse de doğum kontrolüne erişimin genişletilmesi yalnızca kadınların üreme haklarıyla değil, cinselliğin doğumdan bağımsız bir haz kaynağı olarak görülmesiyle de ilgiliydi. Bu dönüşüm, Cinsel Devrim olarak bilinen süreci, yani cinselliğe daha özgürlükçü yaklaşımları ve toplumsal cinsiyet normlarında köklü değişimleri tetikledi. Savaş sırasında sanayide çalışmaya başlayan kadınlar, savaş sonrasında evlerine dönmeyi reddetmekle kalmadı, sendikalarda ve sivil hak hareketlerinde örgütlenerek toplumsal eşitlik mücadelesine öncülük etti.

Bugün kürtaj ve doğum kontrolü etrafında dönen tartışmalar, savaş öncesi ve sonrası dönemde ortaya çıkan demografik değişimler ile geleneksel cinsiyet normlarının kaybolmasına dair kaygılarla büyük paralellikler taşıyor. Elon Musk gibi isimler, doğurganlık hızındaki düşüşün iklim krizinden bile daha büyük bir tehdit olduğunu savunuyor. Musk’ın öncelikle kendi ekonomik çıkarlarını gözeten bir girişimci olduğunu kabul etsek de demografik veriler dünya nüfus artışının Afrika başta olmak üzere Küresel Güney ülkelerinde yoğunlaşacağını, buna karşılık, Çin ve Hindistan da dahil olmak üzere birçok ülkede nüfus düşüşlerinin olacağını işaret ediyor.[2] Halihazırda küresel ölçekte azınlık konumunda olan Avrupa ve Amerika nüfusları, bu trendin devam etmesiyle birlikte daha derin sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmaktan ve küresel hegemonyasını kaybetmekten endişe ediyor.

Demografik kaygıların özellikle sermayedarlar açısından büyük bir stres kaynağı olduğu bir bağlamda, LGBT hareketine yönelik rahatsızlığı anlamak zor değil. Küresel sermaye ve onun çıkarlarını savunan siyasetçiler, her zaman olduğu gibi, nüfus artışını teşvik etmek için sosyal hakları genişletmek ve küresel refahı daha adil bir şekilde dağıtmak yerine, günah keçileri yaratarak bu yapısal sorunlardan küçük bir azınlığı sorumlu tutuyor. Oysa öne sürdükleri argümanlar bilimsel verilerle çelişiyor. Örneğin, bunca yasakçı politikaya rağmen, 15-19 yaş grubundaki genç kız hamilelik oranlarında Amerika hâlâ gelişmiş ülkeler arasında birinci sırada.[3] Kürtaj ve doğum kontrol yasakları doğum oranlarında minimal bir artış sağlasa da merdiven altı operasyonların yaygınlaşmasına ve anne-bebek sağlığında büyük kayıplara yol açıyor.[4] Daha da çarpıcı olan, göç karşıtı muhafazakâr propagandaya rağmen, birçok uzman, demografik düşüşün en kestirme çözümünün göç hareketlerini teşvik etmek olduğu konusunda hemfikir.[5]

Kısacası, sermaye sahipleri ve onların siyasi temsilcileri, geleneksel cinsiyet normlarını reddeden trans bireyleri ve toplumsal gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle çocuk sahibi olmaktan imtina eden heteroseksüel kadın ve erkekleri suçlamaya devam ederken, asıl mesele olan sosyal adalet ve çoğulcu kimlik politikaları talebi göz ardı edilmekle kalmıyor, insanlığın geleceği için bir tehdit olarak gösteriliyor.

Ne yazık ki, Amerikalı kadınlar ve LGBT topluluğu, doğum izninden kadınların ve farklı cinsel yönelimdeki bireylerin siyasi temsiliyeti gibi geniş bir yelpazeyi kapsayan cinsiyet eşitliği konusunda Avrupalı muadillerinin oldukça gerisinde. Dünya çapında yükselen sağ muhafazakâr dalgayla birlikte düşünüldüğünde, ikinci Trump dönemi, büyük hak kayıpları ve sert toplumsal çatışmaların habercisi. Ancak bu süreç, yeni bir toplumsal hareketlenme fırsatı da yaratabilir. 1960’lardan bu yana kazanılan hakları verili kabul eden genç kuşaklar, bu saldırılar karşısında geçmişin birikim ve mücadele pratiklerine dönmeye başladı bile. Sahip olunan haklar kalıcı değil; onları korumanın ve ileriye taşımanın tek yolu, bütünlüklü bir sosyal haklar mücadelesinden geçiyor. Bu bilinçle hareket eden feminist ve trans örgütleri bir süredir farklı eylem planları üzerinde çalışıyor. Görünen o ki, 8 Marttan başlayarak, yıl boyunca kadın ve Onur yürüyüşlerinde sokakları arşınlayacağız—mücadeleleriyle yolumuzu aydınlatanları unutmadan.

[1] https://www.pewresearch.org/religion/fact-sheet/public-opinion-on-abortion/

[2] https://www.imf.org/en/Publications/fandd/issues/2020/03/changing-demographics-and-economic-growth-bloom

[3] https://www.guttmacher.org/gpr/2019/09/us-abortion-rate-continues-drop-once-again-state-abortion-restrictions-are-not-main

[4] https://publichealth.jhu.edu/2025/two-new-studies-provide-broadest-evidence-to-date-of-unequal-impacts-of-abortion-bans

[5] https://carnegieendowment.org/emissary/2025/01/trump-population-climate-ai-megatrends?lang=en