Google Play Store
App Store

Erkeğin fallusuna ihtiyaç duymadan bir fallus (İsa) meydana getiren Meryem imgesi fallus-merkezci düşünceyi yıkar. Bu durumda kadının cezalandırılması gerekir. Bu yüzden diyebiliriz ki sanıldığının aksine Golgota’da çarmıha gerilen İsa değil Meryem’in “zarıdır”

Anamorfoz: Khorævolution’ın gücü adına hymen!

MERT TUTUCU

Sevgi Soysal’ın hayattayken yayımlamadığı eserlerden biri olan Venüslü Kadınların Serüvenleri, Soysal’ın TRT Ankara Radyosu’nda program uzmanı olarak çalıştığı dönemin bir ürünüdür. Daktilo yazısıyla 56 sayfadan oluşan ve üzerinde S. Sabuncu imzası bulunan metin ilk olarak İletişim Yayınları tarafından 2017 yılında yayımlanır. Eseri varoluşçu-feminizm perspektifinden değerlendiren Didem Ardalı Büyükarman, İsyankâr Neşe’de (2015) yer alan “‘Venüslü Kadınların Serüvenleri’ ya da Kutsal Erkeğin Önlenemez Tahakkümü” başlıklı yazısında Soysal’ın kadın özgürlüğüne varoluşçu noktadan baktığını, kadın ve erkeğin biyolojik farklılıkları dışında “kadınlık” ve “erkeklik” olgusunun toplumsal bir öğreti ve dayatma olduğunu, Türkiye’de henüz toplumsal cinsiyet konusu tartışılmaya başlanmadan önce dile getirdiğini vurgular. Büyükarman’ın tespitine katılmakla birlikte esere daha farklı bir pencereden bakmaya çalışacağım.
Bilindiği üzere Venüs, tüm dişil özellikleri kendisinde barındıran Tanrıça Afrodit’in Roma mitolojisinde aldığı isimdir. Bu açıdan baktığımızda Venüs gezegeni dişil bedenin topografyasıdır. Eserde bu topografyanın üzerinde yaşayan erkekler tarafından Venüs’ün taşına bir yasa yazılır. Venüs gezegenini bir kadın bedeni olarak düşünürsek bu gezegende erkekler tarafından Venüs’ün taşına yazılan yasanın kadın bedenine yazılmış olduğunu söyleyebiliriz.

Kadın bedeninin üzerine yazmak, üstelik kadın bedeni üzerine bir yasayı yazmak, kadının bedenini yasa için bir iletki, bu bedenin libidinal enerjisini elektriksel bir iletim yolu olarak kullanmak demektir. Kadın bedeninden bir iletişim ağı; damarlardan, sinirlerden, gözeneklerden ve kıvrımlardan oluşan tele-teknolojik bir iletişim ağı kurulur. Kadın bedeni kodlanmış bir mesaja dönüşür. Günün tabiriyle uçtan uca şifrelenmiş, kapatılmış, geçirimsiz, “zarı” elinden alınmış bir kadın bedeni ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. “Zar” bu noktada oldukça önemli bir metafordur. Jacques Derrida “zar” metaforunu fallus-merkezci düşünceyi yapıbozuma uğratmak için kullanır. Derrida’ya göre geçmişten beri iddia edildiği gibi kadın fallustan yoksun değildir, tam tersine erkek “zardan” yoksundur. Erkeğin bilinçdışı “zardan” yoksun olduğunun ve bunun bir eksiklik yarattığının farkındadır. Tarih öncesi dönemdeki primitif toplumlarda erkekler kadınlardan sürekli kaçarlar. Erkeklerin kadınlardan kaçma sebebi kadınların erkeklere “zardan” yoksun olduklarını hatırlatmaları ve erkeklerin eksikliklerini fark etmeleridir. Erkek eksikliğinin farkındadır ve bu eksikliğini görünmez kılmak için sürekli olarak “zar” ile savaşır. Birçok kültürde görülebileceği gibi evlilik esnasında kadının yüzü “zar” işlevi yüklenen bir tül tarafından kapatılır. Evlilik akdiyle birlikte erkek (fallus sahibi etken özne), kadının (fallustan yoksun edilgen özne) yüzündeki tülü açmaya diğer bir deyişle “zarı” yırtmaya hak kazanır. Erkeğin “zar” ile mücadelesi yalnızca ritüellerle sınırlı değildir. İsa’nın çarmıha gerilmesi de “zar” ile mücadele ile ilgilidir. İsa’nın çarmıha gerilmesi; fallus-merkezciliğin zar ile mücadelesinin en çetin aşamasıdır. Meryem ile birlikte kadının “zardan” gelen üretken gücü yok edilmeye çalışılmıştır. Evli olmayan, diğer deyişle fallusa sahip bir erkekten yoksun olan kadın çocuk sahibi olamaz çünkü kadın eksiktir ve o büyük boşluk erkeğin penisi tarafından doldurulmalı, kadının eksikliği erkek tarafından tamamlanmalıdır. Erkeğin fallusuna ihtiyaç duymadan bir fallus (İsa) meydana getiren Meryem imgesi fallus-merkezci düşünceyi yıkar. Bu durumda kadının cezalandırılması gerekir. Bu yüzden diyebiliriz ki sanıldığının aksine Golgota’da çarmıha gerilen İsa değil Meryem’in “zarıdır”. Tüm bunlara ek olarak fallusun zara karşı mücadelesi çizgi filmlere bile yansır. He-Man ismi fena halde İngilizce’de “zar” anlamına gelen hymen’i çağrıştırır. He-Man düşmanlarını (zarı) yenmek için fallusun bir sembolü olan kılıcını gökyüzüne doğru kaldırır ve göklerden (falluslu-Tanrı-Baba simgesinden) güç alır.

Eserdeki ikinci önemli ayrıntı Venüs’teki yasa anıtının erkekler tarafından yazılmasıdır. Tarih boyunca dikey yönlü sütunlara kazınan yasa fallusyen bir semboldür ancak bunu da aşmanın bir yolu vardır. Derrida, yasa ve adaleti birbirinden ayırır. Derrida’ya göre mahkemelerin yasaya uygun olarak verdiği kararları kesin saymakla bunları âdil saymak ayrı şeylerdir. Bu bakımdan yasa yapıbozuma uğratılabilecek bir metinken, adalet yapıbozuma uğratılamayan, mevcut olmayan, her zaman gelecek olan bir “şey”dir. Bir kararın tamamen âdil olarak adlandırılabileceği bir an yoktur. Yani yasaya indirgenen adalet kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyorsa burada âdil olandan bahsedemeyiz. Bu durumda adalet edilgen bir yapıya bürünür. Sorumluluk ortadan kalkar ve sadece yasaya uygun olan karar, âdil olandan bağımsız olarak var olur. Bu durumda yasa doğal olmayan, inşa edilen ve her an eserdeki gibi -yasa anıtı kolayca kırılıp dağılır- bozulmaya, dağılmaya müsait olan ama aynı zamanda tekrar inşa edilebilir de olan bir yapıdır. Bu yüzden yasaya karşı adaletin mücadelesi bir döngü olarak sonsuza kadar sürer. Venüslü kadınların hem tanınma hem de haklarının yasa tarafından güvence altına alınması isteği aslında tam da simgesel dile, Baba Yasa’ya boyun eğmeleri anlamına gelir. Geleneksel anlayışa göre hak anayasa veya yasa tarafından tanınmışsa önemlidir. Yani tanınma haktan önce gelir. Yasayı inşa eden egemen güç tarafından tanınmayan hiçbir hak var olamaz. Bu durumda merkezî olan yasayı yapan egemen güçtür. Peki kadınların yasa tarafından güvence altına alınması bile eril tahakkümün bir biçimiyse kadınlar nasıl mücadele edebilir? Bu mücadelenin yöntemi kadın bedeninin khora olarak tanınmasında saklıdır. Jean-François Lyotard, Libidinal Ekonomi’de (2011) libidinal bedeni yasaya karşı gelerek kendisini kaybeden bedensel bir bütünlük olarak tarif eder: “Khora yerinin neresi olduğu bilinmeyen çünkü hep hareket halinde olan yüzer gezer bir şeydir.” Kısacası khora her türlü kökenden önce gelen, konumu belirlenemeyen ve uzam olarak tahayyül edilemeyendir. Öyleyse khora olarak kadın hareketi daha geniş bir mücadele alanını imler. Bu da khorævolution’dır. Khorævolution (khora devrimi) ne geçmişte ne şimdidedir. Ne var olmuştur ne de şu anda vardır. O, her zaman gelecek olanın ihtimali dahilindedir. Bu yüzden khorævolution asla beklenen anda gelmeyen ama beklemedikçe de gelmeyecek olan, programsız, kuralsız bir hayaletimsidir. Niall Lucy’nin de dediği gibi “Gelecek programlanamaz; imgelemi aşan özgürleştirici arzunun, şimdiyi, programlanmış bir gelecekle ilgili mevcut düşüncelerden özgürleştirme arzusunu da içermesi gerekir.” O halde söylenebilecek tek bir şey kalıyor: Khorævolution’ın gücü adına, hymen!