Nurcan Bilge Gökdemir
nurcangokdemir@birgun.netAnayasal düzenin yeniden inşasında son çare: Topyekûn seferberlik
İstanbul Baro Başkanlığı’na aday olan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, yargının içinde bulunduğu durumu BirGün’e değerlendirdi. 2017’de anayasal mirasın reddi ile bir yıkım sürecine girildiğini hatırlatan Kaboğlu, “Bu yıkıma karşı son çare topyekûn bir seferberlik” dedi.
Anayasa hukukçusu, Marmara Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı başkanıyken KHK ile ihraç edilen bir akademisyen ve CHP’nin İstanbul milletvekili olarak parlamentoda görev yapan bir isim Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu. İsmi “Hukukun üstünlüğü, Anayasa’ya saygı” kavramları ile anılan bir hukukçu. Kaboğlu, şimdi aralarında Sorbonne’un da bulunduğu akademik kürsüler ve siyasette bugüne kadar savunduklarını dillendirmeye devam edebileceği bir başka göreve talip: İstanbul Baro Başkanlığı…
Kaboğlu ile adaylığı ve Anayasa’nın ayaklar alındığı bir dönemde yapılması gerekenleri konuştuk.
Binin üzerinde avukatın yaptığı çağrı sonrası İstanbul Baro Başkanı adaylığınızı açıkladınız. Sizi bir akademisyen ve siyasetçi kimliğinizle tanıyoruz daha çok, baro başkanlığına neden adaysınız?
Evet, başkan adaylığım için uzun toplantı ve görüşmelerin ardından 24 saatte 1200’ü aşkın avukatın imzası iletilince, “bu kitlesel çağrı üzerine, anayasal yıkım karşısında seyirci kalamayacağım” şeklinde yanıt verdim.
Doğru, daha çok akademisyen kimliğimle tanınıyorum; ancak elli yıllık mesleki yaşantım sırasında, kuşkusuz bu meslek sayesinde gerek sivil toplum örgütlerinde gerekse kamu kurumu niteliği taşıyan kuruluşlarda birçok görevim ve etkinliğim oldu. İnsan Hakları ve barolar bunların başında gelmekte. Örneğin, 1997’de başlayan İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanlığı görevimin ardından, 2001’den itibaren Türkiye Barolar Birliği İnsan hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi kurucu başkanlığı 2005’e dek sürdü.
Aynı dönemde, BM İnsan Hakları Eğitimi Onyılı Ulusal Komitesi’nin, hakim ve savcıların insan hakları eğitiminden sorumlu üyesi olarak, ayrıca seçimle geldiğim Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak, yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte birçok programın planlaması ve uygulamaya geçirilmesinde görev aldım. İnsan hakları formasyon programları, savcı ve yargıçların yanı sıra üst düzey kamu görevlilerini ve avukatları da kapsamına alıyordu.
Sözünü ettiğim yıllar, hatırlanacağı üzere, Kopenhag kriterlerine uyum çalışmalarının öne çıktığı, 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ile demokratik kazanım ve birikimin en üst norma yansıdığı dönemdi.
Ne var ki, 2017’de anayasal ve siyasal mirasın reddi ile başlayan ‘yeni (!)’ dönem, bir yıkım sürecini de beraberinde getirdi. Bu yıkım sürecine karşı topyekun bir seferberlik, son çare gibi görünüyor. Bunda, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olarak barolar özgül bir işleve sahip. Hele hele İstanbul Barosu gibi nicelik olarak devasa bir Baro’nun görev ve sorumluluğu tarihseldir.
Ben de yarım yüzyıllık, katılımcı ve kolektif çalışma anlayışı sonucu edindiğim deneyim ve birikimimi, artık “ben değil, biz” yaklaşımı ile kurumsal çerçevede “insan haklarına dayanan Türkiye Cumhuriyeti”ne sunma irademi ortaya koymuş oldum.
HUKUKUN ETKİLİ KILINMASI
Akademik ve siyasi yaşamınıza, genel anlamda hukukun üstünlüğü, özelde de Anayasa’nın evrensel bir nitelik taşıması ve bu metne toplumun tüm kesimlerinin uyması yönündeki hassasiyetinizin damga vurduğunu görüyoruz. İstanbul Barosu Başkanlığına adaylığınızı da bu çerçevede değerlendirebilir miyiz?
Aynen. Tam da bu. Ben hiçbir zaman yalnızca üniversitede ders veren ve ders kitapları yazan bir öğretim üyesi olmadım. Kuramsal bilgiye olduğu denli bu bilginin paylaşılmasına ve uygulamaya yansımasına da önem verdim. Hukuk devleti kavramının yanı sıra hukuk toplumu kavramını önerip bunun gereklerini işlemek ve o yönde davranmak, bir gösterge olarak belirtilebilir. TBMM’de beş yıllık vekillik görevim de “Anayasa’ya uygun yasa” için çok yönlü çaba ve çalışmalar ile geçti.
İstanbul Barosu, niceliksel gücünü niteliğe dönüştürebildiği ölçüde Türkiye Cumhuriyetinde hukukun etkili kılınmasına katkıda bulunabilir. Demokratik ve özerk niteliğiyle kamu kurumu niteliğinde hukuk meslek örgütü, “üçlü anayasal ayrışma” karşısında, gizil gücünü demokratik anayasa yönünde ortaya koyabilir. Bunu yapabildiği ölçüde “avukatlık ve savunma mesleği” haysiyetini görünür kılabilir.
BAROLARIN İŞLEVİ
Adaylık açıklamanızda “Barolar, savunma çerçevesine indirgenemeyecek şekilde önemli kuruluşlardır” ifadesi yer aldı. Baroların işleyişine ilişkin görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Barolar, her ne kadar sav + savunma + hüküm diyalektiğinin eşit bileşeni olan avukatların örgütleri olsalar da varlıkları ve işlevleri savunma hakkı ve görevi ile sınırlı tutulamayacak önemde kuruluşlardır. Çünkü adil yargılanma hakkı, sav + savunma + hüküm üçlüsünde ortaya çıkar ve bunun için yargının bağımsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ise erkler ayrılığını gerekli kılar. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin dolaylı anayasa tanımını hatırlayalım: Bir toplum ki orada erkler ayrılığı sağlanmamıştır, hak ve özgürlükler güvencelenmemiştir, Anayasa da yoktur.
Klasik hale gelen bu tanımdan hareketle yargı bağımsız değilse düzgün yargılama gereklerine saygı gösterilemeyeceğine göre, savunma hakkı ne ölçüde geçerli olabilir? Şu halde, hak arama özgürlüğü, etkili başvuru hakkı veya adil yargılanma hakkı için mücadele, genel olarak hak ve özgürlükler mücadelesine içkin bir süreçtir; zira hakkaniyete uygun yargılanma hakkı, hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes için geçerlidir.
Bu nedenle, Baroların savunma hakkının çatı kurumu özelliği, gerçekleşme koşulu yargı bağımsızlığı olan adil yargılama sürecini kapsamına alır ve haliyle Anayasa’nın üstünlüğü ilkesine uzanır.
HESAP VEREBİLİR BİR HÜKÜMET
Türkiye yine bir Anayasa değişikliği tartışması yaşıyor. Son yıllarda Anayasa değişikliklerinin AKP iktidarının Türkiye’nin çağdaş bir hukuk devleti kimliğine kavuşması arayışları çerçevesinde olmadığını, daha çok siyasi sonuç almayı amaçladığını Türkiye birçok kez deneyimledi. Bu son girişime ilişkin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Anayasasızlaştırma süreci ardından eski ‘fiili ortağın’ başarısız darbe girişimi bahane edilerek OHAL ortam ve koşullarında yapılan Anayasa değişikliği, aslında Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti anayasal mirasının reddidir. Uygulanması, demokratik, otoriter ve keyfi sıfatlarıyla ifade edebileceğimiz şu üçlü ayrışmayı beraberinde getirdi:
•1982 Anayasasında öngörülen demokratik hükümler; örneğin madde 1-11 arası düzenlenen genel esaslar.
•2017 değişikliği ile getirilen otoriter hükümler; madde 104 vd.: Hükümetin ilga edilmesi, siyasal karar süreçlerinin tasfiyesi, siyasal sorumluluk kuralının kaldırılması vb.
•Cumhurbaşkanı’nın parti genel başkanlığını da üstlenmesi ile başlayan fiili durum, beraberinde getirdiği keyfi uygulamalar giderek yaygınlaştı.
Bu keyfi uygulamalar, hak ve özgürlük güvencelerini tümüyle eğreti hale getirdi. Aslında Anayasa’da oldukça geniş bir hak ve özgürlükler yelpazesi var. Cumhuriyetin temel organlarına gelince; Yasama, Yürütme ve Yargı düzenlemesi, biçimsel olarak erkler ayrılığının varlığı görüntüsü de veriyor. Ne var ki, 2017 değişikliği ile Devleti temsil ve Hükümet yetkilerinin tek başına kendisine verildiği Cumhurbaşkanı, parti başkanlığını da üstlenince, erkler ayrılığı, yerini “iktidarın kişiselleşmesi”ne bıraktı. Bu da, keyfi uygulamayı beraberinde getirdi.
Keyfi yönetim ise sürekli bilgi kirliliği yaratılarak sürdürülmek isteniyor: Anayasal bilgi kirliliği.
Bu konuda uyanık olmak gerek. Uzmanların ve medyanın öncelikli görevi, doğru ve gerçek anayasal ve siyasal bilgi paylaşımı olmalı.
İkinci olarak, yürürlükteki Anayasa’ya saygı konusunda ısrarcı olmak gerek. Nihayet, eğer bir Anayasa değişikliği ortamı doğacaksa TBMM önünde hesap verebilir bir hükümeti öngören düzenlemeye öncelik veren değişiklik olmalıdır. Bu üçlü gereklilik karşısında Barolar ve özellikle İstanbul Barosu, güncel ve tarihsel bir sorumluluğa sahip. Bu kısa açıklama ile birinci sorunun yanıtı da somutlaşmış oldu.