Anneliğin ideolojik bir portresi
Arkadaşlar demişler ki, “Yahu, bu ‘kadın özgürleşmesi’ adı altında ‘aile karşıtlığı’ aldı başını gidiyor. Zaten başımızda bir de lgbti belası var, aileyle birlikte kadınlık ve erkeklik gururumuz da elden gidiyor. Biz en iyisi bu konuyu distopik bir hikayeyle ele alalım.”
Sonra oturup kendilerince bir distopya tasarlamışlar: Bugünkü erkek-egemen toplumun hükmünün kalmadığı, kadınların tamamen egemen olmasalar bile erkeklerden daha fazla güç sahibi olduğu, ürkütücü, gri bir dünya olsun. Bu dünyada kadınların en ‘kutsal görev’i olan annelik, dokuz aylık gebelik sürecine indirgenmiş ve buna da ‘yük’ deniyor olsun. Doğum yapmaktan söz ederken hep ‘yükten kurtulmak’ ifadesini kullansınlar. Bebek doğar doğmaz, belli bir anne-babanın çocuğu olarak değil de toplumun çocuğu olarak büyümesini sağlayacak kurumlara teslim edilsin. Büyüdüğünde de, yeteneklerine göre toplumsal işbölümündeki yerini alsın; kimi yapay döllenme ile çocuk doğursun, kimi de o çocukların bakım ve eğitiminden sorumlu olsun. Peki inandırıcılık konusunda zayıf ve tek derdi ‘anneler anneliğini bilsin!’ olan bu filmi yapacak kimse bulunur mu ki?
Ne demek ya, tabii ki bulunur! 2025’teyiz arkadaşlar; TrumpRTEPutingiller’in dünyası bu!
Motherland (2025) adlı film, işte bu mantığın ürünü olarak ortaya çıktı.
***
Filmde distopya olarak sunulan bu toplum biçimi, önce 1877’de Henry Lewis Morgan’ın Eski Toplum adlı kitabında incelediği, 1884’te de Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında ele aldığı ‘tarım devrimi öncesi’ toplumların düzenini andırıyor. Tek-eşliliğin değil çok-eşliliğin egemen olduğu bu düzende, çocuğun babasının klandaki hangi erkek olduğu bilinemeyeceğinden, çocukla ilişkiler ‘analık hukuku’ üstünden ilerliyor, tıpkı sürü halinde yaşayan hayvanlarda olduğu gibi bebekler tüm klanın ortak çocuğu olarak büyütülüyordu. Tarım devrimiyle birlikte mülkiyet, aile, ‘erkeğin malı olarak toprak, kadın ve çocuk’ düzeni ortaya çıktı.
Motherland, 10 bin yıl öncesinin avcı-toplayıcı toplum yapısına özgü bir yaşam biçimini tarihsel bağlamı ve altyapı-üstyapı ilişkilerinden kopararak, sırf muhafazakar propaganda amacıyla, belirsiz bir geleceğe taşıyor.
Bu gelecekte, Amma Kane adlı bir kadın ortaya çıkmış, insanların dünyayı ve diğer insanları umursamadan çoğalmasının yarattığı yaşamsal sorunları ve paylaşım eşitsizliğini ortadan kaldırmak amacıyla, filmde nasıl olduğu anlatılmayan bir devrim yapmış: Nüfus artık tümüyle üretim-tüketim rakamlarına göre planlanıyor; örneğin üretimde azalma varsa o yıl yeni bebek doğurulmuyor, böylece yaşamakta olanların payına düşen gıda ve diğer malzemelerin miktarı korunmuş oluyor.
Yeni doğan bebekler hemen annelerinden uzaklaştırılıp ülkenin başka bölgelerine gönderiliyor. Bunun iki nedeni var: Öncelikle, annelerin kendi çocuklarını diğer çocuklardan daha fazla seveceğinden, böylece tüm bebekler arasındaki eşitliğin bozulacağından endişe ediliyor. İkinci olarak, önceki düzende anneliğin kadına neredeyse ömür boyu süren bir yük olmasından kaynaklanan ‘özgürleşememe ve kendini geliştirememe’ sorunları düşünülüyor. Amma Kane’in kurduğu düzende tüm insanlar bebeklikten itibaren eşit muamele görüyor ve yetişkinliğe ulaşan kadınlar, eğer doğum yapmak için seçilmişlerse, bu görevden sonra kendilerini farklı alanlarda geliştiriyorlar.
***
Amma Kane’in dünyası, kadınların en temel güdülerini bastırmak zorunda olduğu karanlık bir dünya olarak tasarlanıyor. Burada düzeni korumak için, anneyle çocuk arasındaki ilişkiyi sıfıra indiren yöntemler uygulanıyor: Bebek doğar doğmaz, annenin kucağı ya da memesiyle hiç tanışmadan alınıp götürülüyor. Bundan sonra annenin bebeğinin adının ne olduğunu, nerede yaşadığını, nasıl bir insan olduğunu vs. öğrenmesi yasak. Görsel yapısı grinin tonları başta olmak üzere soluk pastel renkler üstüne kurulu filmde, son derece otoriter bir gözetmen olan Cora, mezun etmek üzere olduğu kızlardan Zinnia’nın doğum lekesini görüp kendi çocuğu olduğunu anlayınca, bastırılmış güdüler yüzeye çıkıyor. Meğer Cora, bebeğini emzirememiş olmanın acısını, aradan geçen 20 yıla rağmen hâlâ çekiyormuş. Filmin bundan sonrası, “Aile kurumunu nasıl yıkarsınız?! Kadınların en kutsal varoluş hali olan anneliklerini nasıl ellerinden alırsınız?!” havasında ilerliyor. Tabii bu sırada ‘toplumsal eşitlik’, ‘paylaşım eşitliği’ gibi kavramların ne kadar kötü şeyler olduğunu da vurguluyor.
Zinnia’nın kendisiyle aynı kaderi paylaşmaması için ilginç şeyler yapıyor Cora: Önce kızının bebeği düşürmesi için uğraşıyor. Ama hazırladığı zehir yanlışlıkla başka bir kızın gebeliğini sonlandırıyor. Sonra, kızın gebeliğini gizlemeye çalışıyor, daha sonra ona annesi olduğunu itiraf edip kızı ülkeden çıkarmaya, anayurdundan uzaklara gitmesi için ikna etmeye çabalıyor. Ama Zinnia, Amma Kane Devrimi’ne o kadar inanmıştır ki, annesinin söylediklerinin hiç etkisi olmuyor. Ta ki doğum yaptığı ama bebeğini kucağına bile alamadığı o ana kadar...
Film, kadınlar tarafından kadınlar için kurulmuş bir distopyayı anlatıyor, yani baştan sona anti-feminist bir anlatı. Amma Kane’in adındaki ‘Kane’in hep olumsuz anlamlar içermesi gerçeği de var tabii -başta kardeşi Abel’ı (Habil) öldüren Kane (Kabil) olmak üzere...
Teknik yönden ortalama Hollywood standartlarına sahip olduğu için izlenebiliyor Motherland, ama öyküsü çok sorunlu. Hem inandırıcılıktan yoksun, hem de sağcıların aile ve ahlak gibi kurum ve kavramların ideolojik değerini göstermek için her şeyin en uç noktasına kadar götürüldüğü bir öykü. Gösterim takviminde Türkiye görünmüyor, ama kim bilir, belki Trump sayesinde kaç’Aksaray’da özel bir gösterim yapılabilir...


