Google Play Store
App Store

Normal, adı üstünde normal, normalleşmeye kim kötü diyebilir ki. Erdoğan’ın CHP’ye iade-i ziyaretinden beri tek konu bu. İktidar tarafındakiler de günlendir fotoğraflar paylaşarak; Özel kapıda karşıladı, kahve içtiler 40 yıl hatırı var, bayramda da görüşülecek, Kıbrıs’a da gidilecek, görüşmelerden memleket yararına sonuçlar da alınıyor, siyasete alan açıldı, iklim değişti mevsim bahar oldu diyerek cansiperane bir normalleşme savunusundalar.

Normalleşme iyidir de anormali normalleştirmek çok tehlikeli!

CHP normalleşme dediği süreci; halkın kutuplaşmadan rahatsız olduğu saptamasıyla -ki doğru-, 31 Mart’ta ilk kez destek aldığı kesimlerin desteklerini kalıcılaştırmak, kendisini sorun çözen iktidarın ise sorun yaratan taraf olduğunu kanıtlamak için başlattı ve sürdürüyorsa, bu da doğru.

O kadar doğru ki, şimdiye kadar CHP içinde çatlaklar yaratmak için çırpınan iktidar, Bahçeli’nin çıkışıyla görüldü ki, kendisi çatlıyor.

Ancak, bu normalleşme denilen bıçak sırtı süreç, anormali normalleştirmeye dönüşürse, sürecin altında kalan halk olur.

Anormali normalleştirmemenin ilk şartı rejimin niteliğine ilişkin tahlil ve tanımınızı netleştirmektir.

31 Mart öncesine kadar, hemen tüm muhalefet çevreleri farklı kavramlarla da olsa aynı tespiti yapıyordu: Otoriter bir tek adam rejimi!

6’lı Masa’nın hâlâ CHP’nin de web sitesindeki Ortak Mutabakat Metni’nin önsözünde cumhuriyet tarihinin en derin krizinin yaşadığı vurgulandıktan sonra, bunun asıl nedeninin “‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ ile keyfi ve kural tanımaz yönetim anlayışı” olduğu söyleniyor ve “Mevcut sistem Devlet için bir beka sorununa dönüşmüştür” deniliyordu.

Rejimin niteliğine dair CHP ve bizzat Özel şunları söylüyordu: “Tek adam rejimini ortadan kaldırmak dışında bir şeyi müzakere edemeyiz”, “diktatör bozuntusu”, “bozuntu kısmını geri alıyorum diktatör”, “şahsım rejimi”. Bu farklı tanımların ortak noktası en “yumuşak” haliyle “seçimli otokrasi”dir.

Bu tahlil 31 Mart sonrası değişti mi? Değişmediyse, siyaset bilimi ve siyasi tarih açısından otokratik rejimlerle mücadele yöntemi nettir: Müzakere bir taktik olarak kullanılsa da, en geniş toplum kesimleriyle birlikte ödünsüz bir mücadele!

Son günlerde bu noktada en net olan Müsavat Dervişoğlu: “Karşısında durduğumuz mesele; yolsuzluğun, yoksulluğun, kimliksizleştirmenin, tek adam sisteminin kendisinedir. … Bu ucube nizama başkaldırıyorum!

Bu, düzelsin diye Erdoğan’a sunulan listedeki her şeyin bir nizamın/rejimin sonucu olduğu anlamına gelir ve görüşmelerde öncelikle vurgulanarak topluma da “Asıl sorunun tek adam rejimi olduğunu ve bu değişmeden sorunların çözülemeyeceğini söyledik” demeyi gerektirir.

Sanırım, siyaset alanının genişlemediğini, 31 Mart sonrası sıkışan Erdoğan’ın kendine alan açmaya çalıştığını CHP de görüyordur. Erdoğan’ın talepler iletilen ve onlara çözümler bulan biri olarak algılanmasının anormalin normalleştirilmesi olduğunun farkındadır. Bilirler ki, kuralları ve kurumları sıfırlayarak her konunun kendisine taşınması ve çözümün kendisinden beklenmesi otoriter liderliğin karakteristik özelliğidir.

Herhangi bir seçimin asgari gereği rakiple birlikte halkın karşısına çıkmakken, bunu düşman gibi gördüğün rakibi meşrulaştırmak sayarak asla bir araya gelmemek normal mi? Hukukun siyasetin etkisi ve yönlendirmesi altında olması, bir cinayetin çözümü için maktulün eşinin cumhurbaşkanına gitmesi normal mi? Çoktan çıkmış olması gereken yaşlı generallerin, cumhurbaşkanının işaretiyle salındığı algısı normal mi? Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamak normal mi?

Bu soruları uzatın uzatabildiğiniz kadar! Tüm bu anormalliklerin merkezinde bir rejim varsa, işte onu her görüşmenin en başına koymamak korkarım anormalin normalleştirilmesine ve o rejimin meşrulaştırılmasına yol açar ki bu da sadece rejimin yararınadır!