Google Play Store
App Store

Sevgisizlik iki temel sebeple insanın kimliğine etki eder. İlki ilkellik diğeri cehalet. Salt yaşam güdüleriyle hareket eden insanlar bencil olurlar. Yoklukta, tehlikede onlar için ana baba, eş, evlat sevgisi bile yoktur. Örneğin miras söz konusu olunca kardeş tanımazlar. Osmanlı tarihi iktidar uğruna kardeşini boğduran, öldürten sayısız vahşiyle doludur. Bugün bizi yönetenlerin pek severek anlattığı anlı şanlı tarihte, ne kan bağı ne de din kardeşliği bu vahşiliğe mani olabilmiştir. Tüm hedefi güç, mevki ve para olanları ilkelliklerinden kurtaracak olan sevgi ve merhamet duyguları ne acıdır ki kendi ailelerinde yoktur. Onlar, çocukken takılıp düştüklerinde annelerinden düştükleri için dayak yerler. Babaları işten döndüğünde başlarını okşamaz. Dinlenmek için çocukların ayak altından çekilmelerini ister. Tüm gün evde çalışan anne çocuğun sahibidir ve babalarını rahatsız etmesinler diye onları oyalamakla, uzaklaştırmakla yükümlüdür.

Cumhurbaşkanının çocuklarla ilişkisi sıklıkla gündeme geliyor. Elini öpsün diye dürttüğü, sevgisini göstermek için tokatladığı çocuklar… Çocuklar bu ataerkil döngünün tebaa’sıdır. Toplumu söz ve tercih hakkı olmayan tebaa olarak gören Cumhurbaşkanı da çocukluğunun otorite figürünü yönetim anlayışına taşıyor. İşte bu ilkel dürtüler dini dogmalarla, tabu ve baskılarla şekillendiğinde ironiktir ki merhamet, vicdan gibi dinin özünü oluşturması beklenen değerler birden sadece aynı dinden ve ırktan olan, itaat eden hizmetkârlara bahşedilen bir lütuf haline dönüşür. Sevgisizin sevgisizliği ürkütücüdür.

Sevmek biraz da deneyimle öğrenilen bir duygu. Merhamet de öyle. Merhamet görmeden büyüyenin merhamet gösterdiğine de pek rastlanmaz. Duygular ile ilgili gelişim aile içinde başlar. Okulda öğrenilenlerle gelişir, pekişir. Okul bilgisini bir adım ileriye taşıyan ise cehaletin asıl kırılma eşiğini aşmaya yarayan okurluktur. Çocuk yaşta masallarla, yaş ilerledikçe edebiyatla, farklı sanat dallarıyla tanışan çocuklar okuduklarında biraz kendilerini, biraz çevrelerini bulurlar. Tanıdıkları dünyanın dışında tanımadıkları dünyayla tanışırlar. Deneyimlemedikleri duyguları öğrenirler.

Çocukluğumda daha okuma yazma bilmediğim dönemde annemden dinlediğim öykülerle sonra kendi okuduklarımla başkalarıyla ya da başkalarını hissetmeyi de öğrendim. Bu kitaplardaki öykülerden biri öyle yürek burkuyordu ki dinlediğimde gözyaşlarıma hâkim olamazdım. Biraz büyüdüğümde öğrenecektim ki annem bu öyküyü kardeşlerine de okurmuş. Önce araları 1,5 yaş olan iki büyük kardeşine sonra epey arkadan gelen en küçüğe. Hepsi vurgularıyla karakterleri canlandırırcasına okuduğu öykülerle nasıl ağladıklarını bu öykülerden birini özellikle defalarca dinlediklerini hâlâ hatırlar ve anlatırlar. Annemin sevgisiyle, emeğiyle büyüyen çocuklardan teyzelerim, dayım ve benim kırılma noktamız; öksüz kalınca Arabistan’a gönderilen küçük Hasan’ın ana dilinde konuşmayı ne kadar özlediğini belki onun kadar yüreğimizde hissettiğimiz bir anlık dalgınlıkla Türkçe sorduğu soruydu.

-Çiviler ağzına batmaz mı senin?

Bu soru; bugün bize milliyetçilik taslayan, vatan sevgimizi sorgulayanların belki de hiç okumadığı Refik Halit Karay’ın Gurbet Öyküleri kitabındaki Eskici öyküsünün en duyulu yerinde hikâyenin seyrinin değiştiği anda asılıdır.

Öykü şöyle devam eder;

“Eskici başını şaşkınlıkla işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:

-Türk çocuğu musun be?..

(…)

Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle adam yeniden sordu:

-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

-Sen niye buradasın?

-Bir kabahat işledik de kaçtık!

Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pempe pembe, dudakları taze, gevrek, billûr sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına, ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, arasıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.

Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat, sonunda bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu:

-Gidiyor musun?

-Gidiyorum ya, işimi tükettim.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor.

Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları: dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

-Ağlama be! Ağlama be!..

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir, daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

-Ağlama diyorum sana! Ağlama!..

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”

(…)

Bugünlerde çiviler sevgisiz büyümüş ilkellerin elinde. Onların ağızlarına değil de tüm ülkenin köşesinde bucağında yaşama tutunmaya çalışan sokak hayvanlarının beline, patisine, başına batırılıyor. Bir de bizim kalbimize! Bu şiddetin hazzıyla yetişen nesil sokakta ağzını burnunu kurukafalı maskeyle kapatıp elindeki bıçakla parkta insan avına çıkıyor. Kitap okumuyormuş, şiddet içeren bilgisayar oyunlarına müptelaymış! Bir diğeri gün ortasında kendisinden kaçarken yere düşen karısını soğukkanlılıkla başından vuruyor. Aklımız yerinden çıkıyor. Kalbimiz acıyor.

Biz Behrengi’den Bir şeftali Bin Şeftali’yi okuyarak, bir şeftali ağacının dilinden arkadaşlığı, sevgiyi öğrenenler, yoksulluğu hissedenler, değişimin mümkün olduğunu öğrenip özleyenler acı çekiyoruz. Babasından ve öz kardeşlerinden devamlı dayak yiyen Zeze’nin en iyi arkadaşı olan “Şeker Portakalı” ağacının kesilmesiyle düştüğü bunalımı sokak dostlarımızın katledilişine elimizden gelmeyene kahrederek yaşıyoruz. Mahallemizde, köyümüzde zeytinlerimiz kesiliyor. Can suyuna sahip çıkmak isteyen köylülerimiz devlet eliyle dövülüyor. Onlar nice şeker portakalıyla, şeftaliyle arkadaşlık ederek büyümüş, doğanın merhametini deneyimlemiş olanlar, cana ve canlıya merhametle yaşarken yitirilecek olanın farkında ve saygıyla hayata sarılmaya çalışıp yoksulluklarına direnirken şiddetle sınanıyorlar. Bize Filistin nutukları atanlar Filistin’de can savaşı verenleri hayata bağlayanın sokak hayvanlarıyla kurdukları bağ olduğunu göremiyorlar. Filistin’de cehennemden kurtulmayı bekleyen insanlar yanlarına onlarca perişan düşmüş sokak hayvanını almak için bombaların tehdidine aldırmadan bir can daha kurtarmaya çalışırken gözleri dolmayanlar bize insanlık öğretmesin. Duygularımızı kendi kalplerinin kötülük terazisinde yargılamasın.

Cehennem artık televizyonumuzun ekranında gazetemizin sayfasında değil. Sokağımızda, kapımızda. Böyle bir ortamda çocuklarımızı büyütüyoruz. Onları lütfen Küçük Kara Balık’la tanıştırın. İnsan olmayı, sevgiyi, fedakârlığı, gururu, karşı çıkışı görsünler. Özgürlüğü ve kendi başına kararlar alabilme gücünü, adaleti olmayı çocukken öğrensinler.

Son söz;

Hep söylüyoruz. Hayvan sevgisi olmayanın insan sevgisi sorguya muhtaçtır. Çağlar öncesinden bu yana öyküler, kitaplar bize hayatı anlatıyor. Unutmayın! İthaka halkı kralları Odysseus'un öldüğünü düşünmesine rağmen, köpeği Argos 20 yıl boyunca sahibinin dönmesini beklemiştir. Odyseus, Truva Savaşı'ndan dönünce, hırpani haline, dilenci kılığına rağmen onu tanıyan ve kuyruğunu sallayıp son nefesini veren en vafakâr dostu Argos’tur.

Dostlarımıza elbette sahip çıkacağız. Yaşama, yaşatmaya inanarak evlatlarımıza daha iyi bir dünya bırakmak istiyorsak onları iyilikle kötülüğün ayrımını hissedebilecekleri dünyalarla tanıştırarak, sevgiyle yetiştirmeliyiz. Bugün bazı menajerler temsil ettikleri sanatçıları susturarak kazanacakları parayı yani komisyonlarını koruyorlarmış. Sevgisiz menajerlerinizle yolunuzu ayırmalısınız. Zira sizi çıkar için susan, ilkesiz, merhametsiz ve kendi kalbinin sesinden uzaklaştıran biri sizin sanatınızı anlamadan portakal satar gibi sizi pazarlıyorsa siz zaten hiçsiniz. Paraya bulansanız giderek kararan dünyada yalnız kalmaya mahkûmsunuz. Bir bakmışsınız Argos’a muhtaçsınız.