Arz talep değil, barınma hakkı
Türkiye’de konut krizi yalnızca yüksek ev fiyatları ya da artan kira oranlarıyla sınırlı bir sorun değil. Barınma ihtiyacının egemen tanımının kim tarafından ve nasıl inşa edildiği ile de ilgili bir sorun. Barınma, emekçiler için yaşamsal bir hak iken yatırımcı için kazanç vaat eden bir araç.
Kamunun, çoğunlukla ikinciden yana söylem benimsediği ülkemizde bu tanım farkının, teknik bir tercih değil, doğrudan siyasi bir tercih olduğunu kolayca tespit edebiliriz. Bu nedenle konut krizinin gidişatını belirleyen, yalnızca konut arzı değil, bu ihtiyacın ne şekilde anlamlandırıldığıdır. Ve bu tanımlama gücü, Türkiye’de uzun süredir kamu ya da özel, sermaye aktörlerinin elinde.
∗∗∗
Nancy Fraser bir ihtiyacın siyasal bir mesele olarak tanınıp tanınmaması, nasıl yorumlandığı ve nasıl karşılandığını üç ayrı mücadele alanı olarak tanımlar. Örneğin ihtiyaçlardan söz eden resmi söylemler salt çözüm önermekle kalmaz, ama aynı zamanda ihtiyaç tanımını da biçimlendirir. Devlet yetkilileri, teknokratlar ve müteahhitler barınma ihtiyacını çoğunlukla arz-talep dengesi ya da yatırım fırsatları üzerinden tarif ederken toplumun temel bir hakkını, piyasa içi bir talebe dönüştürür.
Bugün Türkiye’de barınma söz konusu olduğunda, iktidarın söylem ve politikalarında bu üç uğrak da sermaye lehine biçimlendiriliyor. Barınma ihtiyacı tanınsa bile, bu dar gelirli kesimler için değil, yatırımcının gereksinimleri doğrultusunda tarif edilmekte ve ancak bu şekilde çözülmeye çalışılmakta... TOKİ projeleri, imar planları, kentsel dönüşüm alanları, bu tanımın başkaca mekansal karşılıkları olarak ele alınabilir. Hal böyleyken konut politikaları, krizi çözmek şöyle dursun, büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Tüm bu tabloda barınamayanların sesi ya kamusal alandan dışlanıyor ya da en iyi ihtimalle haber değerine indirgeniyor.
Aslında Kanal İstanbul bu çerçevenin en güncel ve sembolik örneklerinden birisi. Başından bu yana bir ulaşım projesi olarak sunulsa da, etrafında planlanan yüz binlerce konut, bu projenin asıl hedefinin gayrimenkul yatırımı yaratmak olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle projede barınma hakkı ile rant politikaları aynı zeminde, ama birbirine zıt yönlerde ilerliyor.
Bu sebeple öyle de deseler böyle de deseler toplumu bu projenin gerekliliğine ikna edemediler. Günün sonunda, İPA’nın araştırmasına göre, İstanbul’un yüzde 77si bu projeyi desteklemiyor. Ve bu oran, projeye itirazın “kutuplaşma” ile açıklanabilir bir redde dayanmadığını kanıtlıyor.
Dahası bu oran, projenin, halkın kamusal karar süreçlerinden dışlandığı; halk ile sermaye arasında bir çıkar çatışması kaynağı olduğunu da gösteriyor. Elbette bu çatışma, kamusallığın, ihtiyaçların ve hakların kim adına tanımlanacağına dair bir mücadelenin de parçası. Zira barınma krizinin temel nedeni konutun finansallaşması. Yani yaşamak için değil, yatırım için alınan evlerin sayısı arttıkça, kiracılar ve evsizler için yaşanabilir alanın kalmamasıdır.
∗∗∗
Bugün ortalama ücretin yarısının kiraya gittiği, ev sahipliğinin hızla azaldığı, yüzbinlerce konutun boş olduğu bir ülkede, çözümü inşaat sektörünü ve yatırımcıyı teşvik etmekte arayan bu yaklaşım, yalnızca dar gelirli yurttaşların barınma hakkını ihlal etmekle kalmıyor. Aynı zamanda barınma meselesini, teknik ve finansal bir sektör problemine indirgerken siyasal bir hak mücadelesi olma niteliğinden de uzaklaştırmaya çalışıyor.
Bu bağlamda kriz de yeniden tanımlanıyor; halkın barınamaması değil, inşaat sektörünün durağanlaşması ya da gayrimenkul yatırımının cazibesini yitirmesi olarak... Böylece, barınamayanlar görünmez, birikimini gayrimenkulde değerlendirenlerin kaybı ise görünür hale getiriliyor.
Neticede bu tabloda barınma hakkını savunmak, yalnızca konut talep etmek değil, ihtiyacın tanımını da dönüştürmeye yarar. Bu tanım gücünü piyasadan alıp toplumun eline vermedikçe ne Kanal İstanbul gibi projeler durur, ne de kiracıları güvenceye kavuşur. Ve bu irade, ancak halkın ihtiyaçlarının kamusal biçimde tanınmasıyla hayata geçebilir.