İlk turun yarattığı umutsuzluğa bakınca, eski yazılarımdan birisinde bahsettiğim Ernst Bloch’un ‘Umut İlkesi’ ve ‘İzler’ adlı kitaplarını hatırladım. Yasanın zengin olmaktan başka bir şeyleri olmayanların, nedeni oldukları sefaletten fayda sağlamalarından, hatta sefalet yaşayanların dualarını almalarını sağlayan bir şey olduğundan bahsediyordu Bloch. Yoksulluk kendi başına isyankâr değildi. Tutunabilecekleri hiçbir dala sahip değildi yoksullar ve “üst tabakanın sınırsız aşağılamaları da fakir olmaktan başka bir şeyi olmayanların hücrelerine nüfuz eder, hizada tutar onları” diye yazmıştı ‘İzler’de. Bloch’a göre açlık, olsa olsa sadece yağmaya yol açar ve doyduğu hızla da sakinleşir. Bu denge, iktidarlar tarafından sürekli desteklenir; yoksullaştır, biraz doyur, dualarını al… 

Ama bu kadar basit de değildi bu ‘‘yasa’’nın işleyişi. Foucault ‘Toplumu Savunmak Gerekir’de iktidarı çözümlerken şöyle bir ipucu verir örneğin: "[T]ersine, -bu da alınması gereken bir yöntem önlemidir-, iktidarın yukarıya doğru çözümlemesini yapmak gerekecek, yani sonsuz-küçük mekanizmalardan yola çıkarak; ki bunların kendi tarihleri, kendi yörüngeleri, kendi teknik ve taktikleri vardır, ardından da, kendi mantıklılığı ve bir anlamda kendi teknolojisine sahip olan bu iktidar mekanizmalarının giderek genelleşen mekanizmalar ve global egemenlik biçimleri tarafından nasıl sarmalandığını, kolonileştirildiğini, kullanıldığını, kaydırıldığını, dönüştürüldüğünü, yer değiştirildiğini, yayıldığını vb ya da bunların hâlâ nasıl yapılmakta olduğunu görmek gerekir." Yani, Türkiye’deki iktidar savaşını, politikacıların birbirlerine söyledikleri sözlere, liderlere bakarak değil, aşağıdan yukarıya iktidarın işleyişine bakarak anlayabiliriz. 

İktidarın öyle kendiliğinden oluşmadığını, sayısız iktidar ilişkisinin topluma nüfuz ettiğini, söylemin birikmesi, dolaşımı ve işleyişiyle vücut bulduğunu anladığımızda belki bir çözüm de üretebiliriz. Ama angaje olmuş, kendi arzularını hakikati çarpıtarak topluma yansıtan ve kafalarının içindeki dünyada yaşayan kişilerden bunu beklemek zor. Bunu yapabilecek kişiler de angaje olmadıkları için yalnızlaştırılıp kenara itilmiş durumda. Dönemin ruhu, popülizme teşvik ediyor herkesi. Öyle uzun uzun yapılacak analizlere, incelemelere kimsenin vakti yok sanki. Örneğin Baudrillard’a göre kitleler, anlam yerine gösteri isterler; iddia edildiği gibi aldatılıp kandırıldıkları doğru değildir. Kitlelerin aldatıldıklarını düşünüp onlara hakikati anlatarak seçim kazanılacağını düşünmek bir yanılsama. Seçim meydanlarına bakıp anlam aramak, bu yüzden anlamsız. Bakılacak yer aşağıdan yukarıya iktidarın işleyişi…

***

Umutsuzluğa gelince… Oldu bitti “umutsuz umut” diye bir şeye inanırım, umutsuzluğu dışlamayan bir umuda… Turgut Uyar’un, "Umut kaçınılmaz gerçektir" dizesindeki gibi, umut etmekten başka bir seçeneğimizin olmadığına… Gerçeğe ne kadar yaklaşırsak umut da o kadar parlatır kendisini. Bloch, ‘Umut İlkesi’nde, ‘‘İnsan, darda olduğu müddetçe, hem özel hem kamusal varoluşu gündüz düşleriyle doludur; şimdiye kadar başına gelenden daha iyi bir yaşama dair düşlerle’’ diye yazmıştı. İşte ‘‘umutsuz umut’’, gündüz düşlerinin yanılsamasından uzak, hakikate güvenen ve sırtını sadece ona yaslayan bir umut anlamına geliyor. Andrew Gibson’ın ‘Samuel Beckett’ biyografisinde, yazarın eserlerini analiz ederken yaptığı şu tespiti hatırlamakta fayda var: ‘‘Olduğumuzu ve bildiğimizi sandığımız şeyler, hiçlik üzerine kurulmuştur. Bu nedenle dünyanın yenilenebileceği fikri mantıklıdır.’’ İleride bir gün, bütün bu aşılmaz gibi gözüken engeller ve umutsuzluklardan geriye bir şey kalmayacak.

Yaşanılan bu çöküşün bizi hakikate yaklaştırması, umutsuz bir umut… Belki o zaman, yani hakikate yaklaştığımızda Didem Madak’ın dizesindeki gibi ‘‘Hep bir mucizenin alt katında yaşamak’’tan kurtulur, mucizelere kavuşuruz…