Asgari ücret rejiminin esareti altında...
Kamu çalışanlarının ücretlerinde yasal artış ayı olan temmuzun bu seferlik bir sürprizi oldu; asgari ücret de masaya yatırıldı. DİSK bu yılın başından beri asgari ücretin en geç temmuz ayında yeniden belirlenmesini talep etmekteydi. Bu konu gündeme geldiğinde Türk-İş Başkanı, önceleri ‘ara zamma gerek yok’ mealinde bir tutum aldıysa da, kısa sürede bu tutumunu terk ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştü ve Erdoğan’ın da tıpkı kendisi gibi ‘her şeyin farkında’ olduğunu belirtti.
***
Asgari ücretin, ücret tarihi içindeki yeri yenidir; en eski düzenleme 19’uncu yüzyıl sonu 20’inci yüzyıl başlarına uzanır. İşgücü piyasasındaki en düşük ücret seviyesinin yasa yoluyla belirlenerek sabitlenmesi uygulamasını ilk önce Yeni Zelanda, Avustralya, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi liberal ekonomilerin gerçekleştirmiş olması, anlamlıdır. Aynı şekilde son derece güçlü bir sosyal demokrat refah sistemine sahip İskandinav ülkelerinin çoğunda böyle bir düzenlemenin mevcut olmaması da son derece anlamlıdır. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, yasal minimum ücret (asgari ücret), maksimumum piyasa serbestisine sahip ülkelerde ortaya çıkan ve benzer iklimde yaygınlaşan bir uygulamadır. Kamusallığın, müşterek varlıkların ağırlıkta olduğu, sendikaların salt bir pazarlık aracı olarak değil toplumsal ilişkilerin düzenleyici mekanizması olarak da var olabildiği toplumlarda ise asgari ücret gibi bir gündem söz konusu olmamıştır.
Asgari ücretin ülkemizdeki tarihi 1951 ile başlar. Kronik bir hal alarak emek-sermaye ilişkisinin ana gündemi haline hangi dönemlerde geldiği düşünülürse, asgari ücretin genel tarihine benzer bir patikayı ülkemizde de izlediği rahatlıkla söylenebilir. Sadece işgücü piyasasının da değil bir bütün olarak gündelik yaşamın kapitalist piyasa gereklerine tabi hale geldiği bir ülkedeyiz. Profesör Korkut Boratav’ın vurguladığı gibi emek aleyhine Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı bölüşüm şokunun gerçekleştiği bir zaman dilimindeyiz. Sendikalaşma yoğunluğu 1960’lı yıllardan bu yana en alt seviyelerde, kamuda işçi istihdamı bitme noktasına gelmiş, üstelik en düşük yasal ücretin altındaki ücretlerle çalışan ve çalışmaya hazır bulunan milyonlarca sığınmacı yedek-sanayi ordusu mevcut.
Bölüşüm ilişkilerinin emek karşıtı niteliği, istihdamın güvencesizliği kalıcılaştıran biçimleri ve işgücünün parçalı yapısını derinleştiren sığınmacı politikası birlikte düşünüldüğünde, ücretleri düzenleyen ana mekanizma olarak karşımızda belli bir ‘Asgari Ücret Rejiminin’ yer aldığı tespit edilmelidir.
***
Buradaki kısa analizin sendikacılık hareketi bakımından ortaya koyduğu politikanın sonucu açıktır: Asıl, olan asgari ücretlerdeki oransal artış değil, asgari ücret rejiminin geriletilmesi ve istisnai ve tamamlayıcı bir mekanizma seviyesine indirilmesidir. İşçi sınıfı, ortalama ücret seviyesine gelmiş asgari ücretin tabii ki kayda değer oranlarda artışını talep edecektir. Ancak ücretlerin yaşama tutunma değil de, refah göstergesi haline gelmesinin yolu bellidir: Ne zaman ki gündelik yaşam, cebimizdeki para kadar değil de kamusal-müşterek varlıkların insanca yaşam ortamı sunan kalitesi ile yaşanır olur, işte o zaman ücretlerdeki artış bir refah artışı mahiyeti kazanır.
Tarihi tecrübenin de gösterdiği gibi işçi sınıfı bakımından ücret mücadelesi, ücrete bağımlılığın azaltılması mücadelesidir. Sendikacılık hareketi asgari ücret rejiminin esaretine son vermek için harekete geçmelidir.