Google Play Store
App Store

Galip Yalman "Trump’ın ilk döneminde, ABD yönetiminin belirlemesi şöyle ifade edilmekteydi: 3+1 yani Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, İsrail ve ABD. Oradaki doğal kaynakların çıkarılması ve bölgede de bu dört ülkenin isteği dışında bir gelişme olmaması temelinde hareket edildi. Şimdi bu doğrultuda Kıbrıs Rum yönetiminin NATO üyesi yapılması olası mı bilemem ama tartışılıyor" diyor.

Aşırı sağ, krizi sistem içerisinde çözme çabasının sonucu

TAKSAV ATÖLYELER

TAKSAV Atölyelerin Siyaset Söyleşileri’nde bu hafta Galip Yalman ile dünyada ve Türkiye’deki son gelişmeleri, 2025’e dair beklentileri ve neoliberalizmin krizini konuştuk. Söyleşinin bir bölümünü BirGün Pazar okurlarıyla paylaşıyoruz.

Dünya ekonomisindeki gelişmelerin yol açtığı krizler ve siyasal toplumsal sorunlar ve tabii bir iklim krizi ile birlikte çoklu kriz jargonu küresel tartışmalara girdi, buna itiraz olarak da “çoklu kriz tanımı kapitalizmin kendi sorunlarını ikincil bir konuma getiriyor” denildi.

Özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte çoklu kriz tartışmalarına yeni bir boyut eklendi ve dünya jeopolitiğin önemini yeniden keşfetti. Dolayısıyla uluslararası sistemde 1989 sonrasında SSCB’nin tarihe karışmasıyla Soğuk Savaş dönemi için “tarihin sonu geldi” vb sözler edildi. Ancak bir bakıma da 1945 sonrası dünyasında Amerikalı yöneticilerin tahayyül edip gerçekleştiremediği “tek dünya düzeni” denilen tasavvurun önü açılmış oldu. Öte yandan da 1990 sonrasının tek dünya düzeninin gerçekleşmesi için de ciddi bir dönüşüm sürecine girildi. Kapitalist olmayan, esas itibariyle de komünist partilerin iktidarda olduğu Çin, Vietnam gibi ülkelerin de bu sistem içerisinde yer alabilmesinin önü açıldı. Ancak bunun iki istisnası da oldu; Kuzey Kore ve Küba.

Azgelişmiş ya da bağımlı, çevre ekonomilerinin sistem içerisinde kaldıkça gelişme imkânlarının olmadığı dolayısıyla gerçekten gelişebilmek için sistemden kopmaları gerektiği şeklindeki 1960’lı ve 1970’li yıllarda epey tartışma yaratan bir sav da 1990’lardan itibaren tarihe karıştı. Dolayısıyla hem Komünist Partilerin iktidar olduğu gelişmekte olan ülkeler, hem de diğer gelişmekte olan ekonomiler için dünya ekonomisiyle olan bütünleşme biçimindeki farklılıklarına paralel olarak yeni nitelemeler türetildi. Türkiye’nin de dahil olduğu bir grup ülke için “yükselen piyasa ekonomileri” denildi. Ancak hepsini birden tarif eden tanımlama 2000’ler itibariyle Küresel Güney oldu. Küreselleşme ifadesi önemli çünkü niteliksel, yapısal bir yeni dönem olarak o güne kadar geçerli kavramsal çerçevelerle yeni dönemin anlaşılamayacağı iddia edildi. Bu kez kapitalist dünya içindeki farklılaşma Küresel Kuzey, Küresel Güney olarak ifade edilmeye başlandı. Bağımlılığın yeni biçimi de güneyin kuzeye bağımlılığı şeklinde yorumlandı. Bu yeni terminolojinin bir sebebi de 1980 sonrası başlayan dönemde kapitalist sistemin işleyiş biçimi açısından uluslararası finansın daha da öne çıkmasıydı. Uluslararası finans piyasalarının belirlediği çerçevelere ülke ekonomilerinin ne kadar uyum sağlayıp sağlayamadığı önem kazanıyor ve bu piyasaların yapacağı değerlendirmelere bağlı olarak da o kaynaklara erişim meselesi öne çıkıyordu.

Çok kaba olarak baktığınızda bu süreçte Küresel Güney olarak ifade edilen ülkelerin çoğunun hâlâ finansman açığı olması sebebiyle yaşadıkları dış borç krizlerine finansman krizi denildi. Halbuki önceki dönemde dış ticaret açığı sebepli ödemeler dengesi sorunu yaşanır, IMF politikaları çerçevesindeki kaynak aktarımlarına bağlı olarak dış ticaret açıkları finanse edilip kapatılmaya çalışılırken, bu kez serbestleşen sermaye hareketlerine bağlı ekonomik büyüme politikaları nedeniyle oluşan cari açıklar kriz yaratmaktaydı. Bu süreçte risk yönetimi kavramı hayatımıza girdi. Risk yönetiminin de iki boyutu var; birincisi uluslararası finans piyasaları açısından kaynak sorunu yaşamamak için gerekli risk yönetimi, ikincisi neoliberal politikaların sonucunda içeride keskinleşen yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğu gibi sorunların düzeni tehdit etmemesi için gerekli risk yönetimi, bir başka ifadeyle, yoksulluğun giderilmesi değil, yönetimi.

“PARANIN DEMOKRATİK YÖNETİMİNİN SONU”

1980’li ve 1990’lı yıllarda çokça adı anılan MIT öğretim üyesi ekonomist Rudi Dornbusch’un ifadesiyle; “paranın demokratik biçimde yönetilmesinin sona ermesi gerekir.” İşin bir boyutu bu. Yakın zamandan bir örnek; IMF ile stand-by anlaşması yapılmasa bile belli aralıklarla gelip yaptığı bir konsültasyon var, geçtiğimiz yıl yayınlanan raporda Merkez Bankasının izlediği politika destekleniyor, tebrik ediliyor. İleriye dönük olarak da “2024 boyunca asgari ücretin sadece bir kez artırılması doğruydu. 2025 için de geçmiş enflasyona göre değil öngördüğünüz enflasyona göre artış yapın” deniliyor. Bunu yapıp başarısız olursanız, sorumlusu uygulayıcılar olacaktır. Zira sermaye hareketlerinin liberalizasyonunun bir istikrarsızlık nedeni olmadığı, IMF’nın temel aldığı bir ilkedir.

Dünya ekonomisinin genel gidişatı içerisinde baktığınız zaman genel olarak 2007-08 sürecinde yaşanan küresel finansal krizin, uluslararası finans piyasalarının yeterince düzenlenemeyişinden, yeterince denetim altında tutulamayışından kaynaklandığı görüşü egemen kılınmıştı. Burada büyük aktörler bankalar, büyük sermaye şirketleri, bunun yanı sıra da “gölge bankalar” denilen banka dışı finans kuruluşlarıydı. Ancak “Çökerse sistemi de batırır” denilen finans kuruluşlarının kurtarılmasından öteye gidilemedi. Yapılan, 2008 krizinin aşılması görevini üstlenen üç Amerikalı yöneticinin, sonradan kitaplarına isim olarak da verecekleri ifadeyle “yangın söndürme” idi. Bu ne demek, mevcut parametreler içerisinde kriz yönetimi demek.

Büyük krizlerin yeni paradigmaları da beraberinde getirdiği inancına aykırı bir biçimde, 2008 sonrasında büyük bir değişim olmadı. Ufak tefek düzenlemelerle sistem devam ettirildi. Ancak bu sistem dipsiz kuyu olmadığı için, bizde de 1980’lerde Özal’ın uyguladığı gibi şirket kurtarma operasyonlarının yeniden uygulanmasının da bir karşılığı oldu. Bu karşılık devletin borçları üstlenmesi ve piyasaya para basması oldu. Devlet bütçeleri dipsiz kuyu olmadığı için harcanan paranın geri alınması gerekti. Bu paralar nasıl geri alınır, kamu harcamaları kısılarak. Yani toplumsal harcamaların kısıtlanması. Türkçe literatürde ifade edildiği şekliyle kemer sıkma politikaları. Bu kemer sıkmalar toplumsal ölçekte olduğu sürece de ya mevcut demokratik yapıların otoriterleşmesini getirecekti ya da toplumun belli kesimlerinin hoşnutsuzluğunun artmasının sonucunda da sınıf temelli siyasetin devre dışı bırakılmasıyla, öznelerinin marjinalleştirilmesiyle gelinen noktada aşırı sağ olarak adlandırılan hareket ve partilerin yükseliş sürecini.

YAŞAM STANDARTLARININ DÜŞÜŞÜ TOPLUMSAL DÜŞMANLAŞMAYI GETİRDİ

Böyle bir süreçte de sosyal demokrat, Hristiyan demokrat, vs merkez partilerin giderek yıpranmasıyla bu aşırı sağ siyasetlerin iktidar alternatifi haline gelmesi de ciddi bir mesele. Solun büyük ölçüde marjinalleştiği, sendikal hareketin birçok ülkede on yıllarca bilinçli bir şekilde kolunun kanadının kırılmasının sonucunda, toplumun değişik biçimlerde artan hoşnutsuzluğunun bir dışavurumu da iç savaşlar, borç sarmalları, etnik gerilimlerle birlikte bir göç olgusu oldu. 1945-70 dönemi Batı kapitalizminin altın çağı olarak adlandırılıyordu, bu ülkelerde yaşayan insanların yaşam standartlarının yüksek olduğu, aynı zamanda da emek açığının kapatılmasının dışarıdan emek ithaline dayandığı bir süreçken, 2008 sonrasında artık inkâr edilemez boyutta göçmen meselesi daha doğrusu düşmanlığı ortaya çıktı. Zira bu süreç aynı zamanda ortak bir yaşam mücadelesi veren insanların parçalanmasını ve birbirine düşmanlaşmasını getirdi. Yeni dönem sağ hareketlerin giderek kendi ülkelerinin siyasal hayatında ve hatta örneğin AB açısından da önem kazandığı bir dönemdeyiz. AB buna karşı ne yapıyor; tampon mekanizmaları öne çıkarıyor.

Türkiye bu bağlamda bir tampon mekanizmadır. “5 kuruş verelim aman kapılarını kapat buraya gelmesinler” deniyor. Böyle bir süreçte emek dünyasının da 1980’lerden itibaren yeniden gündeme gelen terminolojiyle söylersek kimlik temelli mücadele ekseni üzerinden okunmaya başlanmasının bir yanı da göçmen meselesi. Bu dünyanın her yerinde farklı şekilde tezahür etse de sınıf temelli siyasetin gündemden düştüğü bir süreçte kimlik temelli siyasetin buna alternatif görülmesi üzerinden yürütüldü demokratikleşme ya da demokratikleşememe tartışmaları. Ve aralarında bir karşıtlık kurulması nedeniyle de tartışmalar pek de tatmin edici bir birikim yaratamadı.

Bu iki mücadele biçiminin birbirinin karşıtı olarak düşünülmesi yerine birbiriyle bütünleşerek düşünülmesi bize yeni bir pencere açabilir mi? Çünkü birini yok sayamazsınız, son derece sıcak ve süre giden sorunlar. Kimlik temelli çatışma eksenleri açısından toplumsal cinsiyet eksenli mücadeleleri de yok sayamazsınız. Dolayısıyla bunları birlikte ancak sınıf temelli mücadeleyi boşa düşürmeden yürütmenin imkânlarını düşünmek gerek.

“BAŞKA BİR KAPİTALİZM MÜMKÜN MÜ”?

Dünya ekonomisinin genel gidişatına bakarsak, iki eğilim öne çıkıyor. Birincisi, ABD’nin dünya kapitalist sistemi içerisindeki konumunun bugüne kadarkinden daha farklı biçimde Çin ile kafa kafaya gelmesi ve buna karşın daha da sertleşeceği iddiası. Çokkutupluluk ifadesi bana çok anlamlı gelmiyor. Çin kapitalist sisteme eklemlenmiş bir ülke çünkü. Buna mukabil neden Biden kaybetti, Biden 4 yıl boyunca ciddi şekilde emek dünyasına sistem içerisinde ciddi yatırımlar yapmasına karşın niye Demokrat Parti’nin seçimleri kaybettiği üzerinde düşünülmesi gereken bir soru. Öte yandan, Çin ile girilen gerilimde Avrupa’ya ne olacak meselesi çok büyük önem kazandı. AB kendi geleceğinin ne olacağına dair çalışmalar yapıyor, Mario Draghi’nin raporuna bakarsanız AB’nin geleceği tehlikede. Nasıl güvence altına alabileceği arayışında. Yeni teknolojik yatırımlar, güvenlik meseleleri… Dünya kapitalizmi nereye gidiyor sorusuyla karşı karşıyayız. Belirttiğim gibi 2008 sonrasında neoliberal paradigma içerisinde kalınmıştı. Emek sermaye dengesi hâlâ büyük ölçüde emeğin aleyhine durumda. Hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde dünya kapitalizminin geleceğinin ne olacağı sorusu ortaya çıkıyor. Üretken yatırımların yeterince yapılamadığı bir süreçte, ancak finans piyasaları üzerinden yaratılan varlığın bölüşümü son derece çarpık. Sistemin geleceğini güvence altına almak için daha farklı bir kapitalizm düşünülmeli tartışmaları yapılıyor. 2000’ler başında “Başka bir dünya mümkündür” deniyordu, şimdi ise “Başka bir kapitalizm mümkündür” deniyor. Emek dünyasının da haklarını güvence altına alacak, gelir düzeyinin gerçek ücretler anlamında düzeleceği, insanların iyi işlerde çalışılabileceği gibi esasında eski taleplerin yeniden gündeme getirildiği arayışlar var. Referanslar hep Gramsci’nin kriz tanımına; “Kriz, eskinin can çekiştiği, ancak yeninin henüz doğmadığı türlü çeşitli marazi belirtilerin ortaya çıktığı bir ara dönemdir.” Süreklilik kazanan krizin son kırk yılına baktığımız zaman kriz yönetimleri hep neoliberal kalıpların yeniden üretimine katkıda bulunmuş. Bu krizler başka bir kapitalizmi gündeme getirebilir mi bu bir soru. Bizler kapitalizmin ötesinde bir dönüşüm düşlüyorsak, daha farklı toplumsal sistemlere geçiş için ne yapmak gerek, bunun düşünsel temeline dair de tohumların atılması gerek.

ORTAK MÜCADELE ZEMİNLERİ DÜŞÜNEBİLMEK

Dünyada herkes dönüşümü Türkiye gibi yaşamadı. 1982 Anayasasında kurgulandığı biçimiyle otoriter bir devlet biçiminde yaşamaya devam ediyoruz. 16 Nisan 2017’de bir rejim değişikliği yaşadık. Bu rejim değişikliğiyle 82 Anayasası ile başlayan otoriter bir devlet biçiminden başka bir otoriter devlet biçimine geçiş süreci başladı. Neoliberalizmin demokrasiyle kopuşu diye yorumlayanlar oldu, sanki öncesinde daha demokratikmiş gibi. Dolayısıyla rejimin otoriterleşmesi demek yetmiyor, başka bir yere gidiyoruz. Bu yakıcı atmosferde de kimlik temelli siyasetlerle sınıf temelli siyasetlerin birbirine eklenerek otoriter yapıdan kopuşun ortak zemininin bulunup bulunamayacağı meselesi önümüzde durmakta. Bu anlamda ortak bir zemin ortaya koyamadığımız ölçüde de kafası kesik tavuklar gibi ortada gezilen bir ortamda yaşamaya devam ediyoruz ve her hamlede de “Eyvah bu da mı başımıza gelecekti” ruh haliyle yaşıyoruz. Bu sebeple de bunu değerlendirmek, kafa yormak gerekiyor.

Biz Suriye meselesini çok birincil elden yaşıyoruz. Türkiye’de yaşamanın daha da sıkıntılı bir yanı var, herhangi bir sağ iktidardan daha farklı bir iktidar var bu ülkede. Seçim yoluyla değiştirilip değiştirilemeyeceği farklı bir kısmı; bugünkü tartışmaların “Bir daha seçilme” ekseninde gerçekleştiğini düşünmüyorum. Mevcut Cumhurbaşkanı zaten anayasaya aykırı bir biçimde kendisini üçüncü defa seçtirdi. Oy alabiliyorsa dördüncü kez seçtirmenin yolunu araması da mümkün gözüküyor. Esas mesele Türkiye’de başta laiklik olmak üzere cumhuriyet değerleri diye de ifade edilen, sahip çıkılamayan bu değerlerin sistematik bir biçimde aşındığı bir siyasal süreç söz konusu. İster bunun adına siyasal İslam projesi deyin ister başka bir şey deyin. Sınıf temelli siyasetle kimlik temelli siyaset derken bununla uyumu kastetmiyorum. Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle bir “kültür savaşları” meselesi var. Öte yandan da bir ekmek kavgası var. Bunun sadaka verir gibi çözülebileceğini düşünen bir iktidarla yaşıyoruz. Pandemiyle mücadele sürecinin de Avrupa düzeyinde en cimri uygulamasını bizim toplumumuz yaşadı. Bugün geldiğimiz noktada da emeklilerin durumu, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi, vs. İnsanların ikna edileceği bir alternatif olmadığı vurgusuyla, “enflasyonla başka türlü mücadele edilemez” deniyor. 1980’li yıllarda da Özal çok benzer şeyler söylemişti, “Sabır gösterin, 3-5 seneye daha iyi olacak” benzeri şeyler söylemişti. Şimdi de 2028 deniyor. İşin kötü yanı bundan başka bir alternatif olamayacağı fikrinin basın eliyle hegemonik hale getirilmesi. Burada da başka bir mücadele gerekiyor. Dornbusch’un lafına dönersek, paranın nasıl demokratik yönetileceğini de düşünmek gerekiyor.

TÜRKİYE’NİN SURİYE VE KIBRIS SORUNU

Eğer Türkiye’de bir Kürt sorunu varsa bunun yanına iç içe geçmiş şekilde bir Suriye meselesi ekleniyor, siyasal İslam meselesinden de ayrı düşünülemeyecek bir biçimde. Trump’ın yeniden seçildiği konjonktürde, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge giderek önem kazanacak, bunun Türkiye’nin sorunu olacak hale gelmesi çok yüksek. “Toprak bütünlüğüne saygılıyız” dense de Ağustos 2016’dan bu yana değişik aşamalarda Suriye sınırları içerisinde bir coğrafyada fiilen Türkiye yönetimde. PTT’den Gaziantep Üniversitesi Meslek Yüksek okuluna kadar. İdlib de zaten Astana sürecinden beri Türkiye’nin kontrolündeydi. Buradan iktidar değişse bile çıkmak kolay değil zaten. Mevcut iktidarla yaşamaya devam edeceğimiz için de bir Suriye sorunumuz olmaya devam edecek. İktidarın “Suriye’nin toprak bütünlüğü” vurgusunun arka planında “Rojava”nın ortadan kaldırılması derdi var.

Bunun yanı sıra unutulmuş gözüken bir Kıbrıs sorunumuz var. Türkiye’nin müdahalesi 50. yılını doldurdu, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde oraya gidilmişti, ancak bunun çözülmesi gerek. Kıbrıs Türk toplumunun önemli kesimlerinin taleplerini duymazdan gelen bir Türkiye var. Ancak buradaki bir diğer açmaz da Kıbrıs Rum Yönetiminin sırtını tam üyesi olduğu AB’ye dayayarak, ABD’nin bölgede aktifleşmesiyle Doğu Akdeniz konusunun önem kazanması. Kıbrıs’ın yeniden bir sorun haline gelmesi tehlikesi var.

Trump’ın ilk döneminde, ABD yönetiminin belirlemesi şöyle ifade edilmekteydi: 3+1 yani Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, İsrail ve ABD. Oradaki doğal kaynakların çıkarılması ve bölgede de bu dört ülkenin isteği dışında bir gelişme olmaması temelinde hareket edildi. Şimdi bu doğrultuda Kıbrıs Rum yönetiminin NATO üyesi yapılması olası mı bilemem ama tartışılıyor. Türkiye’deki iktidar 2010’lardan beri “güvenilmez müttefik” olarak görülüyor. Dolayısıyla birlikte hareket edilse de tavır da alınan bir müttefik. İşine geldiği zaman tampon bölge, Suriye’de yeni görevlendirmeler, ancak Doğu Akdeniz yeni bir sorun alanı olarak karşımıza çıktığında da buna göre tavır belirlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır.