Aşkın parçalayan ve bütünleştiren gücü

İLKE KAMAR

Merkezine aşkı alıp, beden politikalarını sorunsallaştıran, cinsiyet ve sınıf tahakkümünü görünür kılmaya çalışan, ırkçılığı, eşitsizliği ele alan birçok roman var. Ve tabii bu edebi yapıtlarda aşk varsa, kaçınılmaz olarak saplantılar, tutkular ve arzular da hikâyenin en temel öğeleri oluyor. 

Jeanette Winterson’un Bedende Yazılı’sı gibi. Bir aşk hikâyesi üzerinden toplumsal cinsiyet kodlarını sorgulayan roman, cinsiyeti belirsiz bir anlatıcıyla ilerlerken gelenekselleşmiş hiyerarşik işleyişi sorguluyor.

Anlatıcının biten aşkının ardından hislerini paylaştığı bölümle başlıyor roman: “Seni seviyorum dedin. Neden birbirimize söyleyebileceğimiz en sıradan şeyi duymayı bu kadar isteriz hâlâ? Seni seviyorum her zaman bir alıntıdır. Onu ilk söyleyen ne sensin ne de benim, yine de sen söylediğinde ve ben söylediğimde, keşfettikleri iki kelimeye tapınan barbarlar gibi oluyor.” Tutku, ayrılık, saplantı ve vazgeçişlerle olduğu kadar bedensel kimliğin sınırlarını da tartışıyor Winterson. Romandaki ana karakterin âşık olduğu kadının kanser hastalığı sonrasında yaşadığı değişimlerini detaylarıyla anlatarak bedeninin yavaş yavaş yok olan organizma olduğuna dikkat çekiyor yazar. Evliliği sorgulayan düşünceleri ise roman boyunca karşımıza çıkıyor. 

Ölü bir bedene duyulan nefret

Andrew Jolly ise ,‘Seni İçime Gömdüm’ romanında ölümü, hastalığı ve ırkçılığı tutkulu bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor. Ölü bir bedene duyulan korkunç nefret, tüm sertliğiyle önümüze seriliyor. Kızılderili kadın ile evlendiği için toplumdan dışlanan Meksikalı bir köylünün, Kabrero’nun “öteki” anlatısı ırkçılığı da tartışıyor. İki yıl boyunca, tüm engellere rağmen süren aşklarını her cümlede görmek mümkün: “İkisi hep birlikte hep bu vadide, günlerin kırıcılığından uzakta, hep yeniden başlarken, karısına olan aşkı dilinin ucunda bir acı gibi dururdu, konuşma duyusunu köreltirdi, çünkü benliğinin tam ortasında açılmış bir yarayı andıran bu aşk, bildiği sözcüklere, okuyamadığı bütün o kitaplardaki sözcüklere sığmıyordu.” Ölümle sonlansa bile,  Kabrero hayata veda eden karısını istediği yere gömmek istediği için tüm zorlukları göze alıyor. Karısının ölü bedenini dağdan indirmek için çabalıyor roman boyunca. Tüm gücüyle, bitmek bilmeyen emekle yol almasına karşın, kasabalılar karısının topraklarına gömülmesini karşı çıkıyor. Cesedini dağlardan indirirken bir dolu macera yaşayan Kabrero’nun çabasına adeta ortak oluyoruz. Etkileyici bir aşk romanı olduğu kadar isyanı, ikiyüzlülüğü, kötülüğü anlatan güçlü bir roman Seni İçime Gömdüm!

Kediler mi nankör yoksa insanlar mı?

Juniçiro Tanizaki’nin Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın isimli kısa romanı ise ilişkileri eğlenceli bir bakışla anlatıyor. Romanın ana karakteri kedi Lili’nin varlığı ya da yokluğu ilişkilerdeki karşıtlığı sergilemede büyük bir rol üstleniyor. Dahası aidiyet ve kaçış meselesinde Lili’nin varlığı tüm varsayımlarımızı altüst ediyor roman boyunca. Şozo›nun eski karısı Şinako’nun yeni karısı Fukuko’dan alışılmadık istekte bulunduğu bir mektupla başlıyor roman. Paylaşılamayan ikisinin de evlendikleri adam ya da herhangi bir ev eşyası değil, Şozo›nun çok sevdiği kedisi Lili’dir. Hikâye ilerledikçe iki kişi arasındaki arzu, tutku, özlem ve kıskançlık Lili üzerinden vücut buluyor. Şozo, Lili’ye duyduğu kavuşma arzusunu şöyle dile getiriyor Tanizaki: “Gülünç gelebilir ama Şozo daha önce, diğer insanlarla olan ilişkileri de dâhil, hiçbir zaman böyle bir heyecan ve sabırsızlık hissetmemişti. Zaten tek yapabildiği kafedeki garson kızlarla takılmak falandı. Buna yakın olarak Şinako’da gizli gizli Fukuko ile görüştüğü zamanlar böyle hissetmişti. Evet, bu can sıkıcı ama bir o kadar da heyecan verici karmaşık duygu, Şozo’nun aşka en çok yaklaştığını hissettiği an olmuştu.” Tanizaki kedi, karı koca, eski eş, anne ve oğul, gelin ve kayınvalide arasındaki sorunlu ilişkiyi, benmerkezciliği ve ikiyüzlülüğü inceleyen bir olay örgüsüyle ele alıyor. 

Bitmeyen bekleyiş

Monika Maron’un Animal Triste romanı da tutkulu bir aşkı anlatırken hayat, ölüm, bekleyiş, haz, tutku ve ayrılığı hayranlık verici bir şekilde göstermeyi başarıyor. Bizi yüz yaşında bir kadının, hatırlayabildiği kadarıyla, aktardığı bir aşk hikâyesine taşıyor. Aynı zamanda aşkı hayvansal alana çekerek aşkı ve cinselliği insan dışı yorumlayarak da ilerliyor. Bir müze görevlisi olan adsız kahramanın hisleri, Franz’la müzede, dinozor iskeletinin önünde karşılaşmasıyla başlıyor: “Uğruna dünyadan el çektiğim son sevgilim beni terk ettiğinde gözlüğünü bende unutmuştu. Yıllar boyunca gözlüğünü kullandım ve ona yakın olmak için son bir fırsat olarak,  sağlıklı gözlerimi onun göz kusuruyla sembiyotik bir bozukluk halinde kaynaştırdım. Günün birinde gözlük tam da tavuklu şehriye çorbası pişirdiğim sırada, mutfağın taş zeminine düşüp camları kırıldığında, gözlerim doğuştan gelen kesinliklerini zaten unutmuş bulunuyorlardı; dolayısıyla artık gözlüğün eksikliğini hissetmiyordum. Gözlük o günden beri yatağımın yanındaki küçük masada duruyor; kimi zaman, giderek daha nadir olsa da, sevgilimin onu taktığında hissettiklerini hissetmek için takıyorum onu.” Tutkulu aşk roman boyunca bize eşlik etse de, Berlin’in ikiye bölündüğü dönemde, savaşın aile kurumu üzerindeki etkisini de gündeme getirerek travmatik kolektif hafızayı görünür kılıyor yazar.

Başka türlü bir aşk: Çokaşklılık

Romanların dışında aşkı bilinen tanımların dışında açıklayan kurumsal çalışmalar da yok değil. Bunların en bilineni standartlaşmış norm dışında pek çok ilişki biçimini anlatan Thomas Schroedter & Christina Vetter’in Çokaşklılık isimli çalışması. Kavram, çok eşlilikten farklı olarak aynı anda birden çok kişiyle aşk yaşamak ya da birden çok romantik eşe sahip olmak anlamına geliyor. Çokaşklı ilişkiye dâhil olan herkes bu durumun bilincinde ve ortada bir ‘gizlilik’ yok. Aynı zamanda çokaşklılığın karşılıklı sorumluğa dayanan, rıza, bireysel sınırlara saygı, dürüstlük, duygudaşlık gibi bütünlükle kurulan bir ilişki olduğu üzerinde duruyor kitap. Evlilik kurumunun şart koşulması, aşkın evliliğe indirgenmesi, aile ve çocuk ilişkisi, egemen cinsiyet söylemi, cinselliğin gündelik hayatta inşa ediliş biçimleri gibi birçok başlık yeniden tartışmaya açılıyor. Kitapta, burjuva evliliğinin ideolojik tesisi üzerine bölümler de mevcut. Kitap aşkla ilgili romantik tek eşli hetoronormatif ilişki hakkında düşündürebilmesi nedeniyle tartışmalara katkı sunan eserler arasında dikkat çekiyor.