Avrupa’da bir kış sabahı

Mine Gencel Bek
Soğuk bir Aralık sabahında çoğu Cumartesi olduğu gibi açık pazara doğru gidiyoruz yürüyerek. Köln’de satıcı ve alıcılarının çoğunlukla göçmenlerden oluştuğu Buchforst mahallesinin pazarında roka, tere gibi süpermarkette bulunamayan otları taze taze almak mümkün. Etrafta Almanca, Türkçe, Kürtçe, Arapça sözcüklerin özgürce çınladığı bu pazarı çok severim. Dönüşte, lezzeti tam Ankara simidi gibi olmasa da, aldığımız simitlerle kahvaltı soframızı şenlendiririz.
Lakin bugün hava daha bir soğuk ve puslu sanki, unheimlich tam Almancası ile, tekin olmayan bir şey var. Daha ne olsun? Bir gün önce Magdeburg’daki Noel pazarında bir arabanın yürüyenlerin üzerine sürülmesiyle 6 kişi öldü ve yüzlerce kişi yaralandı. Bir yandan ölenlere üzülüp bir yandan da bunun üzerine yine şahlanacak göçmen düşmanlığı hakkında konuşurken, önümüzdeki yaşlıca Alman adamın adeta paniğe kapılarak daha hızlı yürümeye çalıştığını fark ediyorum. Civarda başka kimse yok. Sadece biz varız. Türkçe konuşmamızdan mı paniğe kapıldı? “Hayır olamaz, biz ne kadar korkutucu görünebiliriz”? “Yok canım artık” diyorum, ama adam tedirginlikle bize bakıp tren yolunu geçerken adeta koşmaya çalışıyor. Eşime “bizden korktu galiba, yavaşlayalım bari” diyorum. Yavaşlıyoruz, adam arayı açmanın rahatlığıyla daha sakince yürüyüp gidiyor. Bu başka bir dil duyunca korkma haline daha önce de tanık olmuşluğum var.
Birbirinden korkma ve uzaklaşma esasında benim pek aşina olduğum bir şey değil, çoğunlukla yüzleşmeyi yeğlemiş ve bunun bedelini ödemişim ve ödemekteyim. Hatırlıyorum, geçen sene de bir Alman arkadaşımın uyarısı ile yan masada şarkı söyleyen kalabalık bir grubun oturduğu bir bardan uzaklaşmıştık, kendisi sonradan açıklamıştı, ırkçı marşların çalındığı bu ortamda kalamayacağını ve bu insanlarla teke tek yüzleşilemeyeceğini. Ama gerçekten beyaz olanın, hakim olanın da sırf başka bir dil duydu diye korkması (üstelik bu dile de aşina olmaları gerekiyor, zira seksen yıldır duymuş olmalılar) bana yeni. Pazar dönüşü korkma sırası bu sefer bana geliyor. Hızla gelen bir araç yeşil ışıkta durmayacak ve bu sefer göçmen mahallesindekilere dönük bir intikam sürüşü gerçekleşecek sanarak yaya yolundan aheste geçenleri uyarıyorum. Derken aniden durunca araç, mahcup oluyorum.
Dönerken Eiffel ormanı taraflarından bir çiftlikten gelen taze yumurtalardan alıyorum. Kahverengi mi beyaz mı diyor sempatik Alman çiftçi. “Kahverengi” diyorum. “Hepsi mi?” diye soruyor “dilerseniz yarısını kahverengi, yarısını beyazdan vereyim”.
Yerimiz sınırlı burada. Şöyle bitireyim bu kış temalı minik yazıyı: Geçen kış buzun üzerinde üç Türkiyeli kadın birbirimize tutuna tutuna gittiğimiz AFD karşıtı eylemde bir arkadaşımın dediği gibi ‘Hadi bizim gidecek ülkemiz var, bunlar ne yapsın?’. Böyle bir empati kurtaracak kurtarırsa dünyayı belki de. Sınırlar hiç olmasın, tamamen ortadan kalksın demek radikal gözükse de bu dünyada, en doğrusu de bu öte yandan. Şarlatan otoriter sağcı liderlerle küresel platform sahibi tüccarların dümeninde ortaçağa geri döneceğiz aksi takdirde. Eve doğru yaklaşırken mahallemiz Mülheim’da gözüm “ırkçılığa geçit yok” yazılarının asıldığı pencerelere takılıyor. İyi ki varlar! İyi ki varız! İşimiz zor, ama her yerdeyiz!


