Google Play Store
App Store

"Laissez-faire" bayrağı altında enternasyonalleşme, "ilk küreselleşme" Avrupa’da doğdu. Batı Avrupa, 19. yüzyıl boyunca gelir düzeyini neredeyse üç kat artırdı. 20. yüzyıl başladığında dünya gayrisafi milli hasılasının yaklaşık yarısını (yüzde 46) ve dünyada kişi başına düşen milli gelirin yüzde 41’ini Avrupa üretiyordu.

Serbest ticaret, altın standardı ve sterlinin uluslararası para birimi olmasını, 1825’te Britanya’da ilk demiryolu hattı, yüzyıl geçmeden kıtada 363 bin kilometre demiryolu inşası izliyordu. İngiliz sanayi devrimini bankacılık devrimi izliyordu. Elektriğin icadı ve Avrupa’yı fethi, tramvayların doğuşunu başlatıyor, dünyanın ilk metrosu 1863’te Londra’da açılıyordu. İçten patlamalı motorlar uçakların icadını tetikliyor, dünyanın ilk havayolu şirketi DELAG 1909’da Almanya’da seferlere başlıyordu. Elektrik, otomobil ve telefonu da yaratıyor, Avrupa caddelerinde ilk taksiler 1900’de dolaşmaya başlıyordu.

Beş yüz yıl boyunca dünyaya hükmeden Avrupa’yı hangi özelliğiyle açıklamalıyız? Polonyalı filozof Kolakowski’ye göre Avrupa, "sorgulanan hayatın kıtası"dır. Fransız Devrimi ve Napolyon İmparatorluğu, siyasal ve kültürel tartışmaların ve entelektüel dolaşımın -önce kıtaya, ardından dünyaya- yayılmasında belirleyici anlardır.

Avrupa denen bu küçük kara parçası, diğer tüm medeniyet dünyalarından şu alanlarda hemen ayrılır: Bilim, edebiyat, felsefe, müzik, resim. Tüm bu faaliyetler -doğası gereği- entelektüel eleştiri ve sorgulama sanatlarıdır.

Bağrında Roma’nın doğduğu eski kıta, romanın ve metodik tarih yazımının da merkezidir. Fransa’da Jean Mabillon ve Mauriste’ler büyük Avrupa romanının, Prusyalı Ranke ve Droyin ise tarihin öncüleriydiler. 18. yüzyıl sonunda Avrupa romanı doğmuştu bile. -Littre ve Darwin- doğa bilimlerinde, diğerleri fizik biliminde çığırlar açtılar.

Bu büyük devrimler, 15. yüzyılın sonunda Hümanizm, 18. yüzyılda aydınlanma çağı, ortaya çıkan sayısız fikir ve eser, kapitalizmin serbest gelişmesinin ürünleriydiler. Serbestçe dolaşanlar yalnızca mallar, ürünler, icatlar değil, insanlar ve onlardan ayrılamayan fikirlerdiler.

1800’li yıllarda Almanya-Fransa arası "dolaşan" Germaine Stael, "yabancı fikirleri kucaklayacağız, bu tarz bir misafirperverlik, yeni fikirlere kapısını açana büyük zenginlik verir" diyordu. Paul Valery 1920’de, "entelektüel Avrupa"yı, "herşeyin alışverişinin yapıldığı ve herşeyin birbiriyle kıyaslandığı bir borsa" olarak tanımlamıştı.

Elbette her yeri engelsiz dolaşan yalnızca sermaye değildi: 1864’te Londra’daki Saint Martin salonunda toplanan "Uluslararası Emekçiler Birliği", -Avrupa ve dünyaya- "bütün ülkelerin işçileri birleşin!" çağrısında bulunuyordu.

Ancak "laissez-faire", barındırdığı derin eşitsizlikler, zenginlik, servet ve özel mülkiyetin gittikçe daha az sayıda elde toplanması, yoksulluğun ise milyonlar arasında dalga dalga yayılmasıyla çökmeye mahkûmdu. 20. yüzyıl, "19. yüzyıl medeniyeti"nin -iki savaşla- çöküşüne sahne oldu. Karl Polanyi, ünlü eserinde, "sosyal ve ulusal himayecilikten yoksun piyasa ekonomisi"nin "kaçınılmaz çöküşü"nden bu yüzden söz etti.

21. yüzyıl, 20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan "Avrupa medeniyetti"nin "ikinci çöküşü"ne sahne oluyor. Karşımızdaki Avrupa, ne 500 yüzyıl boyunca entelektüalizmin simgesi o eski zengin kıtadır, ne de geçen yüzyılda kurulan -ve bir süreliğine dünyanın pek çok emekçisinin gözlerini kamaştıran- "refah devleti Avrupası"dır.

Gözümüzün önünde gittikçe solan Avrupa, Macron’un, Merz’in, Stammer’ın, arkalarındaki büyük tekelci şirketlerin Avrupa’sı, durmadan silahlanarak -başta kendi medeniyetini- ve tüm dünyayı ateşe atmak isteyen aç gözlü kapitalist Avrupa’dır. Avrupa, "gerçek silahlar"a döneli, o eski paslı "entelektüel silahları"ndan vazgeçeli çok olmuştur. Yazılmakta olan, "Avrupa’nın yeni anti-entelektüel tarihi"dir.