Pedagog Hilmi Malik Bey’in 1932’de yayımlanan Türkiye’de Sinema ve Tesirleri adlı kitabından söz ediyorduk. Yazar, sinemanın ilerlemeci bir eğitim aracı olarak kullanılması gerektiğini öne sürüyordu. Çünkü, somut gerçekliğe epey uzak bir bakışla, bir üstyapı kurumunu kullanarak altyapıyı değiştirmenin mümkün olabileceğini düşünüyordu. 

Sinemanın, seyircinin içindeki potansiyeli ortaya çıkarabilme konusunda bir güce sahip olduğu doğrudur. Ama bu, olmayan bir şeyi yoktan var ederek toplumsal değişim yaratabilecek denli büyük bir güç değildir. Film izlemek, ‘içinizde bulunan’la karşılaşmanızı sağlar. Hilmi Malik Bey’in kitabında bu konuya dair örnekler de var:

“19 yaşında bir mektep kızı anlatıyor: ‘15 yaşında iken ‘Gaybolan Dünya’ filmini seyretmiştim. Eve dönünce uyuyamayacağımı tahmin etmiştim. Yatakta bir taraftan o bir tarafa döne döne nihayet uyuyabildim. Ve rüya görmeğe başladım. Uykuda ezileceğim, öleceğim korkusuyla tekmelemeye ve savaşa başladım. Bütün gecemi kan ter içinde geçirdim. O bir gün mektepte kendimi bir türlü toparlayıp vazifemi layıkıyla göremedim, ve tabiatıyla yapamadım’ demiş. Diğer bir talebe filmde bir makine-adamın canlandığını ve mucidini öldürdüğünü ve o gece büyük korkular içinde eve döndüğünü ve aylarca karanlık odaya yalnız giremediğini, söylemiş. Bu araştırmalar neticesinden anlıyoruz ki, korkunç bir film çocuğun uykusunu alt üst edebilir. Bunu bir kanun olarak herkes için kabul edemez isek de, küçük çocukların uykularına ve sıhhatlarına halel getirdiği muhakkaktır.” (s. 42)

Hilmi Malik Bey, belki psikanalizi yeterince bilmediğinden, belki sinemanın tümüyle devlet kontrolünde bir ideolojik aygıta dönüşmesi gerektiği konusundaki sarsılmaz inancından dolayı, örnek olarak aktardığı rüyalara doğrudan sinemanın neden olduğunu iddia ediyordu. 

Oysa seyircinin sinemayla ve rüyayla ilişkisi, Mevlana’nın “Küp, içinde ne varsa dışına onu sızdırır” sözünde vurguladığına benzer. Hatta bunu bir adım ileriye götürüp, izlediğimiz her filmi bir psikanalitik seans gibi de düşünebiliriz. Rüyaları, ninelerimizin “Rüyada at, murattır yavrum. Sana bir yerden çok para gelecek” tabirlerine indirgemek de mümkün elbet, ama aslında öyle olmadığını öğreneli yüz yıldan fazla zaman geçti. Rüyalar bize gelecekten haber vermez. Rüyalar geçmişimizi, kendimize ve başkalarına nasıl baktığımızı, dünyayı nasıl algıladığımızı, korku ve umutlarımızı anlatır. Bilincimizle bilinçdışımız arasındaki, olanla olması arzu edilen arasındaki gerilimi, bastırılanı ve bazen bizzat bastırma sürecini gösterir. 15 yaşındaki çocuk o kabus dolu geceyi film yüzünden değil, büyük olasılıkla filmin tetiklediği bir bilinçdışı olgu yüzünden yaşamıştır. Diğer çocuğun izlediği ‘makine-adam’ (robot), kim bilir bilinçdışında neye denk düşmüştür de aylarca karanlık odaya girememesine yol açmıştır... 

Buradan yaklaşınca, film adlı bu tetikleyiciyi uygun bir yönlendirmeyle kullanabilirseniz, geçmiş travmalarla analitik düzeyde yüzleşmek bile mümkün olabilir. 

***

Son dönem Türkiye sinemasında üretilen Karanlık Gece (Özcan Alper), Kurak Günler (Emin Alper), Boğa Boğa (Onur Saylak) gibi filmlerin bu toplumun kabuslarını gösteren, bu yüzden belli ölçüde bu toplumun psikanalizini içeren anlatılar olduğunu söylemek mümkün. Psikanaliz,  nevrotik ve psikotik davranışlarımızın temelindeki travmatik anları bulup ortaya çıkarmanın bir aracıdır ya, bu filmler de bazen yönetmenlerinin niyetiyle bazen de onların niyetinden bağımsız olarak aslında böyle bir işlev taşıyorlar. 

Bu filmler politik şiddetin, cinsel ve cinsiyetçi şiddetin, doğaya ve hayvanlara yönelik şiddetin nedenlerini  açık açık göstermiyor tabii ki -hem böyle bir iddiaları yok, hem de böyle bir şey zaten mümkün değil- ama bu nedenlere dair bir şeyler hissettiriyor. 

İnsanlığın çok büyük travmaları var, ancak bunlarla yüzleştikçe olumsuz etkilerini azaltabiliyor. Fransa Cezayir’de yaptığı katliamla, Almanya Yahudi Soykırımı’yla, Kanada ve Avustralya yerlilere uyguladıkları korkunç asimilasyon politikalarıyla yüzleştikçe daha ‘kendiyle barışık’ toplumlara doğru ilerliyor. 

Bu toplumun da çok büyük travmaları var, ama bu travmalarla yüzleştirecek rüya perdelerine kolay kolay ışık düşmüyor. Emin Alper, Özcan Alper, Onur Saylak, Yeşim Ustaoğlu, Kazım Öz gibi yönetmenlerin filmleri bu yüzden çok, çok önemli.

***

Şöyle örneklemek de mümkün: Geçen haftanın en ilginç videolarından biri, AKP sayesinde artık doktor dövebildiği için oyunu AKP’ye verdiğini söyleyen bir seçmenle yapılan sokak röportajıydı. Şimdi, ne yaparsanız yapın, nasıl filmler çekerseniz çekin, hangi okullara gönderirseniz gönderin, bu insanı eğitemez, değiştiremezsiniz. Ama bu psikopatolojik potansiyelin kaynaklarına inmeyi başarırsanız, onun -ve diğer milyonlarca insanın- neden böyle davrandığına, neden şiddet ve cehalete böyle korkunç bir ihtirasla bağlandığına dair olası izleri bulup gösterebilirseniz, onlar için değil ama belki gelecek kuşaklar için bir şeyleri değiştirebilirsiniz.

Hatırlayın: Bu toplum Recep İvedik izlediği için böyle olmadı; içindeki Recep’i iktidar yaptığı için Recep İvedik serisi izlenme rekorları kırdı.