Ayfer Tunç’tan yeni bir roman ve yeni bir kahraman: Kuru Kız. Kimsenin vermediği, alınan bir özgürlük… Bir kadının kendini var etme hikâyesi...

Azaldıkça çoğalır insan

Deniz Zeka - Meltem Sezen Kılıç

Ayfer Tunç’un yeni romanı Kuru Kız okurlarla buluştu. Tunç, “Akıllı kadın kolay sindirilmez, baskı altına almak zordur, başkalarına örnek olur. Oysa baskıcı toplumlar aptallardan oluşan insan kitlesi ister. İnsan kendini ötekileştirmesi özgürleşmesine yetmez, ötekileşmekle birlikte eyleme cesaret ederse özgürleşir” diyor. Tunç ile yeni romanını ve direniş simgesi Kuru Kız karakterini konuştuk.

Edebiyatın kadın karakterleri arasına bir fotoğraf daha eklediniz. Sizin kadınlarınız kimlerdir?

İstisnalar hariç hemen bütün kadınlar hayatımdaki en önemli kadın annem derler. Bir kısmı için gerçekten annesidir, bir kısmı bu göbek bağını aşamadığı için öyle söyler. Anneleri hayatlarına etki etmemiş olduğu halde bu payeyi verecekleri başka kadın olmadığından annem diyenler de çıkar muhtemelen. Ama benim gerçekten annem. Daha ilkokul ikideyken bana çalışma masası ve küçücük bir kitaplık yaptırdığı, pek de ferah olmayan bütçesine rağmen bana her hafta en az bir kitap aldığı, ilkokulda -sözde- yazdığım romanımı sabırla dinleyip eleştirilerde bulunduğu için. Annemin kıymetini çok geç anladığımı itiraf etmeliyim. Edebiyatta ise hep söylediğim gibi önce Leyla Erbil’dir. Edebiyata bakışımı kökünden sallayan ilk yazardır. Leyla Erbil’i ilk kez lisede okudum ve düşünceyle romanın, mesele ile metnin nasıl kaynaştırıldığını ilk onda gördüm. Aslında Türk ve dünya edebiyatının bütün güçlü kadın yazarlarına borçluyum. Susan Sontag’a da borçluyum, Ingeborg Bachmann’a da borçluyum, Virginia Woolf’a Hannah Arendt’e, Jane Austin’a, Tezel Özlü’ye, Sevgi Soysal’a da borçluyum, hepimiz borçluyuz.

İnsanı iyilik kötülük bağlamında nasıl tanımlıyorsunuz?

İyilik ve kötülük hem yazarlar hem felsefeciler tarafından çok çalışılmış, hâlâ çalışılan bir mesele. Thomas Hobbes daha 17. yüzyılda “homo homini lupus/insan insanın kurdudur” demiş. Ama hâlâ bir sonuca varamamış olmalıyız ki Goethe’nin dediği gibi bugün “dünya (hâlâ) hassas kalpler için bir cehennem.” Ben ne yazık ki insanın özünün iyicil olmadığına inananlardanım. İnsan, evrimsel olarak da sosyal olarak da hayatta kalmaya programlı bir varlık. Erdemleri insanı toplumsal hayatın içinde güvende tuttuğu sürece değerli, erdemin ayağına bağ olacağını hissettiği anda vazgeçebiliyor. Bunu bütün açıklığı, pervasızlığı ve utanmazlığıyla görmek için insanlığın son elli yılına bakmamız yeterli. Küresel kapitalizm tüketebiliyor olmayı bir değer haline getirdiğinden beri ‘onda var, bende yok’ duygusunun ifşası insanın özünde var olan minicik iyi özü de silip süpürdü. İyilik artık sosyal görünürlük aracı, reklam vesilesi haline geldi, başta iyilik olmak üzere bütün erdemlerin günümüzde bir fiyatı var, çok pahalı da değil üstelik.

Beden algımızı başkaları biçimlendiriyor. Herkesten farklı olmanın özgürlüğüyle dimdik ayakta duran bu kuru kızın çıkış noktası neydi?

Kuru kızın beden algısı çok küçük yaştayken sınırlanıyor, aşırı uzun olduğunu ve güzel olmadığını gayet soğukkanlı bir şekilde görüyor ve bedenini dolayısıyla kuru, içeriksiz hayatını kabulleniyor. Herkesten farklı olmak başlangıçta onu özgürlüğe götüren yol değil, aksine uzun boyunun dikkat çekmesi onun için tehlikeli, göz önünde olması hayatının başkaları tarafından yönetilebilir olması demek. Bilgiyle tanışması, küçücük evinin hatta küçücük şehrinin dışında devasa bir dünyanın olduğunu fark etmesi kuru kızın uyanışı. Bunu ilk televizyonla hissediyor, belgeselleri izlerken akıllı telefon dolayısıyla internet ona özgürleşmenin yolunu gösteriyor.

Hayatımızın damarlarını o çöp poşetine doldurduklarımız mı tıkıyor? Yüklerden kurtuldukça özgürleşiyor muyuz?

Hayatımızın damarlarını ihtiyaç duyduğumuza inandırıldığımız her türlü şey tıkıyor. Bu nedenle günümüz aydınlanması minimalizmi öneriyor, bu kadar çok eşyaya, duyguya, tarza ihtiyacımız olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ancak burada temel bir sorun var. Damarlarımızı hayatın bize dayattığı her türden şeylerle doldurmazsak yerine ne koyacağız? Ontolojik bir boşluk içindeyiz, bu boşluğu nasıl dolduracağımızı bilmiyoruz. Eski çağlarda insanın yaşama mücadelesi bu boşluğu hissetmesine olanak tanımıyordu muhtemelen, insan sabahtan akşama kadar yaşamak için çalışmak zorundaydı, yemek yapmak için ateş yakacaktı en azından, ontolojik boşluğunu düşünecek zamanı yoktu. Modern hayat bize çok zaman ve ne yapacağımızı bilmediğimiz bir özgürlük verdi. Özgürlük insanlığın büyük çoğunluğunun istediği bir şey değildir. Ortalama insan özgürlüğü ne yapacağını bilemez, sınırlandırılmayı tercih eder. Biz özgürlük hakkında yeterince düşünen bir toplum değiliz bu arada, sevmeyiz de. Bu nedenle bizim gibi toplumlar lidere ihtiyaç duyar, sert güçlü bir lider çıksın topluma ne yapacağını söylesin isterler.

Kuru Kız okura hayatın sunulmuş bir armağan olmadığını, onun için elini taşın altına koymayı mı hatırlatıyor? Dünyanın sonuna gidebilme cesaretine sahip olabilmeyi mi belki de?

Başta din olmak üzere hayatı güzelleyen felsefeler, toplumları dizayn etmek isteyen ahlak ilkeleri bize hayatın bir armağan olduğunu söyler. Değildir. Aslında hayat diye bir şey yok, bizim hayat dediğimiz bir akış var. Bunun sınırlarını da içeriğini de biz belirliyoruz, genellikle ki toplumsal sınırların izin verdiği ölçüde. Hayat denen kavrama gerçekten bir içerik yüklemek istiyorsak bu sınırları esnetmenin yollarını aramak bize düşüyor. Kuru kızın dünyanın sonuna gitmesi bir metafor. Özgürleşmek için bu cesareti göstermek gerekiyor.

“Kuru Kız” çemberin içindeymiş gibi yapıp dışında kalabilmenin çaresini yarım akıllı olmakta buldu. İnsan kendini ötekileştirdiğinde de özgürleşebiliyor mu?

Yine bizimki gibi baskıcı toplumlarda diye başlayacağım söze: Kendini bizzat kendisinin farklılaştırdığı insanlar makbul bulunmaz. Makbul olan benzer oluş hatta aynılıktır, tek tip insan istenir, iktidarların çeşitli fikirlere, çeşitli biçimlere tahammülü yoktur. Bunun için eğitim başta olmak üzere ideolojik ve ekonomik bütün araçları kullanır. Kozmopolit şehirler bireysel farklılıkları yaşayabilmek için olabildiğince uygun mekânlardır ama şehirlerde, özellikle de küçük şehirlerde toplum kişinin öteki olduğuna bizzat kendisi karar vermedikçe öteki olmak farklı olmakla aynı işlevi görür ve tehlikeli bulunur. Çember dediğimiz şey bu sürü olma halidir. Kuru kız bu çemberden çıkabilmek için akıllı olduğunu gizlemek zorunda kalıyor çünkü akıllı kadın baskıcı toplum için büyük tehlikedir. Akıllı kadın kolay sindirilmez, baskı altına almak zordur, başkalarına örnek olur. Oysa baskıcı toplumlar aptallardan oluşan insan kitlesi ister. İnsan kendini ötekileştirmesi özgürleşmesine yetmez, ötekileşmekle birlikte eyleme cesaret ederse özgürleşir.

Tanrısıyla konuşması geleneksel inanışın dışında bir yaklaşım. İnanç kişisel bir vicdan mı?

Çok sevdiğim ve Dünya Ağrısı romanımda atıfta bulunduğum Rumen felsefeci Emil Cioran bir kitabında “inanç bir yetenektir, bende o yetenek yok,” diyor. Bu söz beni çok meşgul etti. İnanç kişisel bir vicdan mıdır, bir yetenek midir, toplumsal hayata uyum sağlama yolu mudur, bizi toplumun parçası biri yapan bir unsur mudur? Bence hepsi. Ama yaygın, formel inançların inanmaya yatkın kişilerin iç dünyası için yeterli olmadığını düşünüyorum. İnanç giderek daha fazla bir ritüeller ve kurallar bütünü oldukça insan için düşünce limanı olmaktan çıkıyor. Günümüzde dinler daha fazla toplumsallaşıyor ya da kişilerin iç dünyasına karşılık vermez oluyor. Bence bu nedenle sürekli yeni meditatif veya mistik inanç sistemleri, inanma alanları türüyor.

Eril zihniyetin egemen olduğu bir ortamda kadına direnme gücünü veren Kuru Kız’a Sevgimizle

Teşekkür ederim. Benden de çok sevgiler