Babala’nın yüzleştirdiği gerçekler
Fotoğraf: DepoPhotos

İki hafta çabuk geçti. 14 Mayıs akşamı muhalif kesimlerde oluşan moral bozukluğu, yarın yapılacak ikinci tur seçimleri öncesi yerini yeniden umuda bıraktı. Bu, değişim iradesinin, beklentilerin karşılanmamasının doğurduğu hayal kırıklığını yenecek kuvvete sahip olduğunun göstergesidir. Yoksa büyük bir coşkuyla girilen seçimlerden hiç umulmadık bir sonuçla ayrılıp bu kadar kısa sürede ayağa kalkabilmek kolay iş değil.

İlk turun ardından siyasette dengeler bir nebze farklılaştı. Kemal Kılıçdaroğlu, seçim kampanyasındaki naif imajının aksine direkt Erdoğan’ın yarattığı düzeni hedef alan görece sert bir propaganda yöntemi izlemeye başladı. Seçmeni, Erdoğan ile devam edilmesi durumunda Türkiye’yi bekleyen tehlikeler konusunda uyaran konuşmalar yaptı, videolar çekti. Sandığa gitmeyen ya da ilk turda muhalif olmasına rağmen kendisine oy vermeyen kesimlerin endişelerini canlı tutmaya gayret gösterdi. 28 Mayıs’ın bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil, özünde bir referandum olduğunu vurguladı.

Seçimin ilk turunun aktörleri de ikinci tur öncesi kararlarını verdi. Brezilya’nın solcu devlet başkanı Lula’nın “Cehennemin kapılarını kapatacağız” sloganını araklayıp sürekli “değişim” mesajları vererek bir kısım muhalif genç seçmen üzerinden prim yapan Sinan Oğan, ikinci turda Erdoğan’ın safına geçerek Hüdapar’la dava arkadaşı oldu. Aynı ittifakın diğer bileşeni Ümit Özdağ, en azından ülkenin mevcut halinden iktidarı sorumlu tutma tavrından vazgeçmeyerek kendisiyle çelişmedi ve Kılıçdaroğlu’ndan yana tavır aldı. Muharrem İnce ise “tarafsız” kalarak Saray için son görevini yerine getirdi. Böylece siyasi kamplaşmanın nihai formu ve kimin gerçekten bu düzene muhalif olup olmadığı netleşti.

***

İlk tur-ikinci tur arası en önemli gelişmelerden biri Kılıçdaroğlu’nun YouTube’da Babala TV’nin programına konuk olmasıydı. 4 saat 6 dakikalık program, sadece 1,5 günde 20 milyondan fazla izlendi ve kanalın en çok görüntülenen içeriği oldu. Kılıçdaroğlu, format gereği çoğunluğu AKP’li olan katılımcıların sorularını yanıtladı. Genel olarak gayet başarılı bir performans ortaya koydu. Oldukça sakin, kendinden emin ve ikna edici argümanlarla kendisine yönetilen eleştirileri boşa düşürdü. En sert sataşmaları bile olgunlukla karşıladı, tansiyonu sürekli kontrol altında tutarak moral üstünlüğünü kaybetmedi. Soru soranlarla bireysel münakaşaya girmek yerine iktidarın kara propagandayla kafalara soktuğu ve günbegün işleyerek kaya gibi sertleştirdiği önyargıları kırmaya odaklandı. Bir iki yerde ince ve yerinde dokundurmalar yapsa da kimseye üstenci bir üslupla yaklaşmadı. Aynı zamanda kendi karizmasını da çizdirmedi. Bu dengeyi yakalayabilmek siyasette önemli bir meziyettir.

Program diğer yandan ülkenin düşürüldüğü duruma rağmen iktidarın devasa propaganda aygıtının gençlerin dahi bilincini belirlemede ne kadar etkili olduğunun fotoğrafını verdi. Elbette Babala TV katılımcılarının Türkiye gençliğinin tamamını temsil ettiğini varsaymak yanlış olur. Gençlik bütünüyle siyasete bu denli sığ bir perspektiften bakmıyor ya da iktidarın yalanlarla örülü siyaseti gençliğin tüm kesimleri üzerinde bu kadar etkili olmuyor. Hayata daha sağlıklı ve akılcı bir yerden yaklaşan, gerçek sorunları görüp çözümü için kafa yoran ve mücadele eden milyonlarca genç var. Ancak yine de montajlı videolar ve iftira kampanyasıyla zihni köreltilen gençleri azımsamamak gerek.

Karşı mahalleden Kılıçdaroğlu’na sorulan sorular hayli düşündürücü. Kimse Kılıçdaroğlu’nun yoksulluğu nasıl çözeceğini merak etmiyor. Ekonomik krizden ülkenin nasıl kurtulacağına dair fikirlerini ve planlarını öğrenmek istemiyor. Türk lirasının değer kaybı, döviz rezervlerinin tükenmesi, ülkenin dış borcu, cari açık ve siyasi bağımsızlığa yönelik gerçek tehditler ilgi çekmiyor. Genç işsizliği ve yoksulluğuna ilişkin kafalarda bir kılçık yok. Sanki çok sıradan ve gelip geçici konularmış gibi… Milli gelirin adaletsiz bölüşümü, sermaye şişerken emekçilerin yaşadığı gelir ve hak kayıpları umursanmıyor. Yargının tarafgir tutumu, kuvvetler ayrılığının nasıl tesis edileceği radara giremiyor. Liyakatin ayaklar altına alınması, torpilsiz iş bulamama sorunu, 14-15 yaşındaki çocukların bu ülkeden kaçma isteği de çok mesele edilmiyor. Varsa yoksa terör, HDP, PKK… Ülke, Cumhuriyet tarihinin her açıdan en beter döneminde, pasaportumuz saygı, paramız gün yüzü görmüyor, milli varlıklar özelleştirilip yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor, ne bugünden ne de gelecekten bir umut kalmış ama kafaya takılan soru “Kılıçdaroğlu Togg’u niye ziyaret etmedi?”, “PYD’ye terör örgütü diyebiliyor mu?”, “Trabzon’da Demirtaş’a özgürlük isteyebilir mi?” Akıl alır gibi değil ama durum böyle. Türkiye’yi hatalı politikalarıyla batağa saplayan iktidar, buna rağmen gençliğin bir bölümü üzerinde terör, milli güvenlik ve bekaya yönelik korkuları ekonomik ve sosyal yıkımın üzerine çıkarmayı ne yazık ki başarmış.

Tabii bu, rejimin tek başına inşa ettiği bir başarı olarak görülemez. Her türlü manipülasyon, kışkırtılmaya müsait duygular ve 40 yıllık ezberler üzerinden yapıldı. 12 Eylül darbesiyle birlikte topluma enjekte edilen ve eğitim sisteminin “doğal bileşeni” haline getirilen Türk-İslamcı ideoloji, AKP iktidarına elverişli bir zemin sundu. Muhalefetin de kalıpları aşamayan mücadele vizyonu, toplumu siyasallaştırmaktan uzak yaklaşımı, ekonomik çöküşü sokakta, meydanlarda yükselen isyan çığlığına dönüştürememesi, emekçilerin grevleriyle temas kurmaktan kaçınması vb. faktörler iktidarın stratejisini rahatça uygulayabilmesine yol açtı.

***

Her şeye rağmen yarın yeni bir seçime gidiyoruz. İlk turun söylediği, bu rejime rıza göstermeyen yurttaşların Türkiye’de çoğunluğu oluşturduğudur. Saflar netleşti ve değiştirmek için bir fırsat daha var. Belki son şans değil ama en büyük şans… Sonuç ne olursa olsun, “hayır” diyen milyonlar, bu ülkede yaşamaya, üretmeye ve mücadeleye devam edecek. Memleketin yarınını, teslim olmayanların onurlu duruşu kurtaracak. Goethe’nin dediği gibi, “Cesaret öğrenilmediği gibi unutulmaz da…”