“Bağrış”mak dururken...
Çok gürültü var, sokaktan, televizyonlardan, şehirden, dünyadan gelen “bağrış”malar dinmiyor, gecesi gündüzü savaş ortamı, savaş hali gibi. Eskilerin deyişiyle “Biz nasıl ‘sulh’ olacağız?” Bağrış çağrış dünya, geldik gidiyoruz savaş, harp, artık sulh ol da Barış Günün kutlu olsun yahu!
100. Yıl Cumhuriyet Alfabesi (Kırmızı Kedi Y.) kitabımın “Layıklık” maddesinde de yazmıştım, laikliğin layıklık diye söylenmesini seviyorum! Her ne kadar layıklık diye uzatarak telaffuz edenlerin çoğunluğu laikliğe karşı olsalar da Allah söyletiyor dedikleri gibi oluyor ve laikliğin insana, topluma, doğaya, ezcümle yaşama layık olduğu bir kez de böyle vurgulanıyor! Ne mutlu layık olana!
Keşke barış sözcüğü de laiklik kadar şanslı olsaydı, fakat değil, onu sakince yumuşak biçimde gönül hoşluğuyla söylemeyi geçtim, duyunca “bağrış”maya başlayan yığınla insan var! Niyesi var mı, var! Barış bu ülkede değil sadece dünyada da her zaman, “o ülkeyi ve ülkeleri bölmek parçalamak, olmadı Komünistlere satmak isteyen vatan hainlerinin sığınağı olmuştur!” diye fetva verenler, ahkâm kesenler, dahası barış diyenlerin önce dillerini boğazlarına, sonra da kendilerini mapus damlarına tıkanlar, tıkayanlar olmuştur, oluyor, olacak!
Yok onun dişine kan değdi, yok bunun kanında öfke var, yok öteki kan çıkmazsa para yok diyor! “Bağrış”mak dururken öyle ya niye “barış”sın? Barış erkek işi değildir, muhallebi çocuklarına göredir! Öyle ya, bugün “barış”an, yarın memleketi satar! Ne demişler, kana kan intikam, kanımız aksa da...
Kan çok da irfan yok, ara ki bulasın, irfan dediklerini inanca indirgemişler! Oysa irfan indirgenecek değil, onunla yükselecek, açılacak, genişleyecek, âleme yayılacak şeydir, yoksa onu tarikatla cemaatle sınırlandırmanın, kendi içinde dön baba dönelim demenin âlemi de yok adabı da!
Savaş partisi çok savaş tarikatı da, her dönemde her koşulda yürekleri ülkeleri için çarpar onların, ama dışardan çok aynı toprakları paylaştıkları yurttaşlara savaş açar, saldırır, linç ederlermiş ne gam, onlar memleketin ezel ebet evvel ahir ve ilelebet sahipleridir, bu sahiplik de anlaşılacağı gibi anadan kıza değil, babadan oğula geçer, her türlü kötülük gibi! İktidar da böyle bir kötülük değil midir, vardır belki ama ben bilmiyorum, anadan kıza geçen bir iktidar duydunuz mu okudunuz mu?
Barıştan yanaysanız, niye öyleyseniz bilmiyorum, bıkmadınız mı barış diye diye yazmaktan, çizmekten, konuşmaktan, sopa yemekten, hapse düşmekten? Bir de Cemal Süreya şiirindeki ermiş gibi hırpalanmaktan: “Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına / Bu yüzden edep kuralı gözetmez Anadolu ermişi”.
Barışa bakan geleceğe bakar, savaş isteyenin gözü de geridedir, gönlü de! Durmadan köken, kuruluş, diriliş öyküsü! İnsanlar dünyaya yalnızca tarih için mi geliyor, fizik var, kimya var, coğrafya, müzik, resim, gezme, tozma, beden eğitimi ve dahası... Herkes âlim ya da alleme-i cihan olacak, başımıza tarihçi mi kesilecek? Kazara yolum televizyona düştüğünde tarih sohbetlerine filan rast geliyorum da, adlarının önünde profesör filan yazan tiplerin elde kalem harita başında başkomutan gibi muharebe yürüttüklerini görünce “güldür güldür” şov izlemiş kadar oluyorum! Bu arada tarih demişken bugünlerde okuduğum sıkı bir romandan söz edeyim, sevdiğim şair ve denemeci Ali Ayçil’in Karşı Roman’ı (İletişim Y.), meslekten tarihçi olan roman kahramanının bu husustaki içerden gözlemlerini içermesiyle de ilginç bir yapıt.
Çok gürültü var, sokaktan, televizyonlardan, şehirden, dünyadan gelen “bağrış”malar dinmiyor, gecesi gündüzü savaş ortamı, savaş hali gibi. Eskilerin deyişiyle “Biz nasıl ‘sulh’ olacağız?”
Bağrış çağrış dünya, geldik gidiyoruz savaş, harp, artık sulh ol da Barış Günün kutlu olsun yahu!