Barış evi: Amaç mı, araç mı?
Değil mi ki özgürlük ve barış; ekmek kadar, su kadar değerli insanlık için? Değil mi ki artık tek bir insan bile öldürülmeyecek umudu var? O imkana sıkı sıkıya sarılmak, o imkan için elinden geleni yapmak gerekir elbet.
Özgürlük ve barış vaadinin çekiciliğine kimden ve nereden gelirse gelsin inanmaya yatkın olmamız “insan olmak”lığımızdan. Bu yüzden, özgürlük ve barışı vaat edenlerin üstlerine, bu vaade inanmaktan başka çaresi olmayanlardan çok daha büyük bir sorumluluk düşüyor. Özgürlük ve barış vaadini vermek ahlaki bir sorumlulukla mümkün olabilir ancak ve o ahlaki sorumluluk da onurlu ve erdemli olmayı gerektirir. Ahlaki sorumluluk, inşa edilen her stratejinin, uygulanan her taktiğin tek amacının barışa ulaşmak olduğunun bilincinde olmakla mümkün.
Barış inşa edilen bir evdir ve her zaman mezarlıklar üstünde yükselir. Barış, gelecek için inşa edilir ama temeli geçmişle barışarak atılabilir. Barışı amaçlayanların ilk sorumluluğu, on yıllardır binlerce ölünün tutulamamış yaslarıyla yaşamaya çalışanları barıştırmak olmalı. İnşa edilecek barış evinin temelinde yatan ölüler “huzur içinde” uyumalı ki o evde oturacaklar huzurlu yaşayabilsinler.
Özgürlük ve barışın bu özellikleri, her ikisinin de manevi, dini idealler olarak “kutsallaştırılması” riskini doğurur. Handiyse “inanmak” için somut, elle tutulur gerekçelere ihtiyaç olmayan, sadece duygulara yaslanarak iman edilmesi gereken bir kutsalmış gibi. Oysa özgürlük de barış da somut, gerçek eylemlerle ilmek ilmek örülerek inşa edilebilirler.
Demem o ki yeter ki barış olsun da bedeli ne olursa olsun diye inşa edilirse barış, ilk depremde yerle bir olan evler gibi yıkılmaya mahkumdur. Evin müteahhidi fay hattına, ucuz malzeme, kötü işçilikle inşa ettiğinde, denetleme kurumları rüşvet ya da kayırmacılıkla hatalara göz yumduğunda, insanlar da yeter ki başımızı altına sokacak bir çatımız olsun diye satın aldıklarında, o eve olanın aynısı barış evine de olabilir.
Bu üçlü arasında sorumluluğu en az olan yuva arayışında olanlardır değil mi? Müteahhidin ahlakına güvenmek ya da tek sorumlu oymuş gibi yapmak da doğru değil. Müteahhide o imkanı veren denetleyicilerdir asıl sorumlu olan. Ama sıklıkla da denetleyici ile müteahhit ortaktır bu durumlarda, onu da unutmamak gerekir.
Peki müteahhit ile denetleyici neden sorumluluklarını yerine getirmezler, ahlak ve erdemden nasiplerini almadan yaparlar bu binaları? Amaçları insanların huzurlu ve güven içinde, insanca koşullarda yasamaları sağlayacak bina yapmak olsa, bunu nasıl yapacakları sır değildir. Öyle olsa, binanın yapılacağı arazi, kat sayısı, inşaat kalitesi, yeşil alan oranı, hem kişiselliği koruyan hem de bir grup kimliğine katılma imkanı sağlayan konutlar, siteler, mahalleler inşa ederlerdi değil mi? Bu amaçlandığında ne yapılması gerektiği de açık seçik, bilimsel ve nesnel olarak bilinebilir ve gösterilebilir. Peki bu kadar açık, bilimsel, nesnel gerçekler ortadayken depremlerde neden yıkılıyor binalar? Çünkü müteahhit ve denetleyicinin tek amacı ev yaparak “kar” elde etmektir de ondan.
Kar elde etme sürecinde, karın giderek onu elde etmeye, çoğaltmaya çalışanı da “insanlıktan çıkararak” maliyeti en aza indirmek için ne gerekiyorsa yapan birine dönüştürdüğünü de biliyoruz değil mi? Amacı artık ev yapmak değil de kar elde elde etmek olduğunda, inşaatlar kar elde etmenin araçları haline dönüşüyor değil mi? Eh, bunu da artık, hele ülkemizde, kantinden tost alan çocuklar bile öyle ya da biliyorlar. Teorisini düşünemeseler de pratiğini yaşayarak kavrayabiliyorlar.
Barışmaktan başka çaremiz olmadığı için değil, yenişemediğimiz için de değil, hele ki “karlı” olduğu için hiç değil; barış özgürlükle birlikte en yüce insanlık değeri olduğu için barışı amaçlamalıyız. Barışmazsan yok ederim diyenle barışmak zorunda kalarak inşa edilen ev, hem insanca yaşanabilecek bir yuva hakkını ortadan kaldırır ve hem de her an yıkılıp, enkazı altında can çekişeceğimiz bir binaya taşınmamız anlamına gelebilir.
Bu toprakların bazı gelenekleri dünyanın diğer yerlerindekiler gibi gerçekten insanlık dışıdır. En acımasızlarından biri ise tecavüz edileni tecavüz edenle evlendirme geleneğidir. Ne açılan yaraların onarıldığı, ne de işlenen suçun cezalandırılmadığı bu gelenek de bir tür “barış” olarak görülür.
Aynı anda hem ne olursa olsun barış demeli ve hem de barış olsun ama insanca olsun da demeliyiz. Evet, başka yolumuz yok doğru ama bu yolu birlikte yürüyenler olarak hepimize büyük sorumluluklar düşüyor. Barıştan rant umanlara rağmen barış için çabalamalıyız.