Gezi Direnişi’nden yaklaşık bir ay önce, aralarında siyasetçiler, sanatçılar ve akademisyenlerin de yer aldığı 111 kişi, ‘Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi’ başlıklı bir metin için bir araya geldi. Bu metni şimdi, 2 yıl sonra hatırlatmak istememin birkaç sebebi var.

Önce metnin ana hatlarını hatırlayalım:

- Kamuoyunda ‘Barış Süreci’ olarak bilinen görüşmeler Kürt sorununun çözümünün askeri yöntemlerle değil siyasi yöntemlerle sağlanabileceğinin anlaşılması açısından önemli bir adımdır.

- Sürecin kalıcı barış ve tüm Türkiye için özgürlükçü bir demokrasi sağlayacak şekilde sonlandırılması için yeni anayasa hazırlama süreci de bir fırsattır.

- Sürecin mevcut ilerleyişi bazı kaygılara yol açmaktadır. 1 Mayıs 2013 tarihinde uygulanan orantısız ve gayri meşru devlet şiddeti de bu kaygıları artırmıştır. Geldiğimiz aşamada hangi kalıcı demokratikleşme adımlarının da atılacağının konuşulması bir zorunluluktur.

- Kısa vadede de atılabilecek birçok adım vardır. Seçim barajının düşürülmesi, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması, terörle mücadele yasasının kaldırılması, Türkçe dışındaki dillerde siyaset yapılabilmesinin önünün açılması gibi birçok değişiklik çok kısa bir sürede gerçekleştirilebilir ve gerçekleştirilmelidir.

- Türkiye’de barış ile demokrasiyi karşı karşıya getirmek kimseye yarar sağlamayacaktır.

- Türkiye’nin bu tarihi fırsattan istifade edebilmesi için ivedilikle kapsamlı demokratikleşme adımlarını atmaya başlaması gerekmektedir.

Yayımlanmasından Haziran’a kadar geçen kısa zamanda bu metin çeşitli yönleriyle ele alındı. Yetersiz ya da cüretkâr bulanlar olduğu gibi, içinde 20’ye yakın CHP milletvekilinin bulunmasını hayırlı bulanlar da oldu. Bugünden bakınca, imzacıları arasında olmaktan mutluluk duyduğum bu metnin çok doğru noktalara temas ettiğini düşünüyorum.

O zamanlar bazı çevreler, başkanlık meselesinin barış sürecinden önemli olmadığını, hatta sürecin başarılı bir şekilde sonuçlanması karşılığında başkanlık meselesi masaya gelirse bunun pekâlâ tartışılabileceğini düşünüyordu. Metin bu sebeple de, içinde geçen bir ifade yoluyla aslında sürecin tekerine çomak sokmakla bile eleştirilebilmişti. O ifade, şuydu: ‘Kürt sorununun çözümü ile doğrudan bir ilişkisi olmayan başkanlık sistemi tartışmalarının bu sürece dahil edilmesi demokratik mutabakatın önünde tıkayıcı bir unsurdur.’

Selahattin Demirtaş’ın o en kısa grup toplantısında söylediği şeyi hatırlatmadı mı size de? ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ demedi mi o da?

Demem o ki, bu ortak metnin ve Gezi’nin üzerinden 2 yıl geçti. Fakat bahsi geçen kapsamlı demokratikleşme adımları yerine, Gezi Direnişi’nin ardından iyice otoriterleşen bir rejim ve fiilen askıya alınan bir anayasa geldi. İki yıl içinde her açıdan tuhaf iki de seçim geçirdik. Hiçbir kişi, hiçbir kurum Gezi’den etkilenmediğini iddia edemez. Ve bu etkiler ışığında, şimdi önümüzde olan seçimin iki anlamı var benim için: birincisi, hiçbir şekilde tatmin olacağa benzemeyen bir güç iştahını durdurup geriletmek. İkincisi de hem demokrasiyi hem barışı mümkün kılabilecek, bir sonraki seçimde ülkeyi yönetmeye aday, olabildiğince geniş bir ‘demokrasi koalisyonu’nun nasıl mümkün olabileceğine kafa yormak.

Bir ‘devlet büyüğümüz’ gibi her şeyin sandık olduğunu düşünmüyorum. Ama bu sandıkta HDP’nin barajı yok ederek Meclis’e girmesini çok kritik buluyorum. Aklımın ve kalbimin ortak arzusu, ya bu seçimin, ya da olmazsa bir sonrakinin sonucunda, bu yangın yerinde birbirlerinin sinir uçlarına dokunmayı olabildiğince terk edeceklerini umduğum CHP ile HDP’nin kuracağı bir koalisyondur. Her ikisinin de önümüzdeki seçimlerde olabildiğince çok oy almasını dileyerek, bu seçimde oyum HDP’nindir.