Google Play Store
App Store

Yasa dışı yollarla ülkeye giren iki kişi, el ele tutuşup gelerek, başkentte “savunma sanayinizin kalbi”ne girmişse iktidara söylenecek iki şey vardır: Güvenlik ve istihbarat zaafı! Olağan koşullarda bunun sonucunda mutlaka istifalar olur!

Bunu “iç cepheyi tahkim ve takviye” vesilesi sayarak, etki ajanlığı gibi yasalarla baskıyı daha da artırmanın sonucu sadece “iç cephe”nin zayıflaması olur. Ülke ancak daha fazla demokrasi ve özgürlükle güçlenir.

Barışın kaybedeni olmaz ama her çatışmanın bir “kazananı” vardır ve onlar sürgit çatışma ister.

Bahçeli’nin Öcalan’a Meclis daveti “olağanüstü” bir olaydı ve eğer TUSAŞ saldırısı olmasaydı, şimdi sadece onu konuşuyor olacaktık.

Ben yine de oradan devam edeceğim, çünkü hiçbir silah sesinin sözü bastırmasına izin vermemek gerek!

Bahçeli’nin davetinin “terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini açıklamak”, Kandil ve Edirne’yi denklemden çıkarmak, Kürt siyasetini İmralı + DEM olarak yeniden dizayn etmek gibi önkoşulları olsa da, davetin en beklenmedik ağızdan gelmesi başlı başına önemli. İç ve dış hangi nedenleri olursa olsun, küçümsenecek şey değil.

Bu öylesine akla gelerek söylenmemiştir. Olasılıkla derinlerde yapılmış, içeriye ve dışarıya dair “devlet hesapları”nın Devlet Bey’e söyletilmiş hali.

Buradan “barış” çıkmayacağını düşünseler bile, barış isteyenlerin, dönüp bir zamanlar attığı ipi Bahçeli’ye geri atacak halleri yok. Keşke en büyük engeller yolu açsalar da, tüm vatandaşların eşit ve özgür yaşadıkları Türkiye özlemine engelsiz koşabilsek.

Barış çok daha büyük bir şey, bu davetten çıkmaz, aynı suda tekrar tekrar yıkanılmaz! Asıl olarak rejimin karakteri değişmedikçe kimse huzur bulamaz.

Yine de, çatışmalar dursun, silahlar sussun, artık ne bir tek Türk ne de Kürt ananın gözünde yaş olsun diye de yapmak gereken her şeyi yapmak, her türlü katkıyı koymak gerek. Barışla taçlanmadıkça her zaman yeni çatışmalara gebe olsalar da!

-Barış anlaşması yapmaya çalışacaklarını bekliyordum, ama yani FKÖ ile mi, bu da olur mu?” Bu itiraz, 1993 Eylül’ünde Tel Aviv’de bir otobüste bir kadının ağzından dökülmüştü. Karşısındaki adam da “-Benim için barış demek, IDF üniformasıyla, silahsız bir şekilde Ramallah’ta yürüyebilmek, ama saldırıya uğramaktan korkmamak demek. Bundan çok uzağız” diye cevap vermişti.

İsrail Başbakanı İ. Rabin ve Arafat’ın 13 Eylül 1993’te Oslo Anlaşması’nı imzalamasının ardından İsrail’deki hava buydu. FKÖ, İsrail’i yok etmeye çalışan bir örgüt olarak algılanıyor ve onunla anlaşmak kabullenilemiyordu!

Seçim vaadi Filistinlilerle barış olan Rabin, tepkileri; “Biliyorum ki FKÖ bir düşmandır, ama barış düşmanlarla yapılır” diyerek karşılıyordu. Çabaları ona 1994 Nobel Barış Ödülü’nü getirdi. Kasım 1995’te de aşırılıkçı bir Yahudi tarafından öldürüldü.

Barış çabalarının bedelleri olur, sonu barışsa varsın olsun. Ama işte insanlığın vahşet ve utanç sahnesi Gazze; şimdi nerede olduğumuzun resmi!

Kan ve gözyaşları içinde çatışmasızlıktan ötesini görmek zordur. Ancak, barışa ulaşmayan çatışmasızlıklar, ilk kıvılcımla daha büyük çatışmalar olarak geri dönerler! Yine de, kimi dış ve iç nedenleri de olsa, çatışmasızlık olasılığına doğru atılan bir adıma çelme takılmaz.

Geçmişinde ağır travmalar olan toplumların sürdürülebilir bir barışa ulaşmasının tek garantisi, bütün o travmaları gölgede bırakacak parlaklıkta bir “ortak gelecek” projesine ikna olmalarıdır. Barışa giden yolun ilk adımı, tarafların tüm kalpleriyle isteyecekleri, eşit, özgür, daha fazla refah ve demokrasi içinde birlikte yaşayacakları bir toplum projesini ortaya koymak ve onda anlaşmaktır. Öyle bir geleceği merkezine koyan “ortak bir kimlik” yaratabilmektir.

Bu topraklarda yaşayan her bir yurttaşın, kendisini eşit ve özgür hissedeceği, dili ve kültürüyle kendini geliştirebileceği, karnı tok sırtı pek güven içinde yaşayabileceği bir ortak vatan için çalışmak… Bedeli ne olursa olsun bu ütopyanın peşinden gideriz!

Ancak hepimiz böyle bir ortak geleceğe ikna olduğumuzda, barışa giden yolu hiçbir şey kesemez!