Basit miras
Önceki yazımda Narin’in öldürülmesi ve sonrasında yaşananları, David Lynch’in ‘Twin Peaks’ TV dizisi üzerinden anlamaya çalışmıştım. Aslında bu ve benzeri cinayetlerin aydınlatılmasıyla ilgili arzu, umut dolu bir hayatın kaybına dair tutulan yasla ilişkili gibi duruyor. Çünkü ne kadar çok acı ve ölüm olsa da insanları bir arada tutan şey umut. Küçük bir çocuğun hunharca yakınları tarafından öldürülmesi ve köyün bu cinayet karşısında gömüldüğü sessizlik, üstelik suçluların cezalandırılmama ihtimali, insanların zar zor ayakta tutmaya çalıştığı umudu da o derenin içine sürüklüyor.
ÇÖKÜŞ KORKUSU
Aslında insanlık, tarih boyunca umudu bir biçimde, çeşitli rutinlerle, konuşarak, yas tutarak, en önemlisi olup bitenin mantıklı bir açıklamasını yapmaya çalışarak diri tutmayı bildi. Yeter ki insanların ellerinde anlamlı, tutarlı, geleceğe ışık tutan bir hikâye olsun, ne yapıp edip umudu canlandırırlar. Narin’in öldürülmesine dair gizemin aydınlatılmasının böyle bir anlamı var. Bu tür tekinsizlik hissi veren olaylar aydınlatılmadığında Winnicott’un son makalelerinden birinde işlediği ‘Çöküş Korkusu’nu insanların ruhsal derinliklerinde canlandırıyor. Bu ve benzeri cinayetler, sokak hayvanlarına yapılanlar, patlatılan çağrı cihazları, salgınlar, depremler, üçüncü dünya savaşı senaryoları ‘Çöküş Korkusu’nu dalga dalga yayarak tekinsizlik hissiyle psikolojik atmosferi bulanıklaştırıyor.
BİR ŞEYLER YANLIŞ
Her şey, bu dünyanın trajik unsurları bile, düzgün bir şekilde düzenlenmiş, yerli yerinde olduğu sürece insanlar için bir sorun teşkil etmiyor. Ölüm, hastalık ya da kaza gibi somut bir açıklamaya sahip olduğu sürece tekinsizlik hissini yaymaz genellikle. Örneğin Filistin meselesi on yıllardır devam eden, arada sırada çatışmaların olduğu bir sorun olarak kalsaydı, insanlardaki tekinsizlik hissini beslemeyecekti. Ya da Ukrayna Savaşı şimdilik yerli yerinde duruyor, sürekli çatışma ve ölümler olsa da. Ama insanları evlerine kapanmaya zorlayan bir salgın, küçük bir çocuğun gizemli bir biçimde ölümü, belirsizliklerle dolu bir ekonomi politikası, sadece güçsüzlerin cezalandırıldığı bir hukuk sistemi, tekinsiz bir dünya yaratıyor azar azar. En sorgulamayan insan bile ‘Twin Peaks’te belediye başkanının şu sözünü tekrarlarken bulabiliyor kendini: "’Bir şeyler yanlış." Bu yüzden yetkili kurumlar, alelacele bu tür davaları sonlandırmalı ya da yayın yasağı koymalı ki "Bir şeyler yanlış" diyenlerin sayısı artmamalı. Nazi Almanyası’nda toplama kampları bacası olan fabrika düzeninde yaratılmıştı. En az maliyetle en çok sonucu alan düzenli bir sisteme sahipti. Her şey yerli yerinde olduğu sürece sorun yoktu. Otoriter iktidarlar tarafından muhalefet bile kendilerine çizili alanda kaldığı sürece bir sorun teşkil etmez genellikle. Gerçekçi bir politik bakış açısı, sahte umutlarla kurulan göstermelik düzeni değil, tekinsiz olan her şeyi deşifre etmeyi amaçlayan gerçekçi bir düzeni hedefler. Bu yüzden Italo Calvino’nun ‘Yeni Bir Sayfa’ kitabında yazdığı gibi "Genel Ahlaki Devrim"den başka bir çıkış yolu yok.
HAYALETLER
Ama bu tekinsizlik atmosferinde ‘Twin Peaks’teki insanlar gibi dünyamızı görme ve düşünme biçimlerimiz, buradaki anlamlılığa veya anlam potansiyeline çarpan hayalet benzeri değişimlere karşı dayanıksızlaşıyor. Her şeye inanma ve hiçbir şeye inanmama aralığında kalıyoruz her defasında. Narin’i abisi mi öldürmüş, amcası mı, yoksa başka biri mi? ‘Twin Peaks’teki kötü ruhlu Bob, bisikletçi, balıkçı ya da doktor kılığına girip televizyon ağıyla çeşitli kişilerin yerine geçebiliyordu. ‘Twin Peaks’te öldürülen genç kız Laura Palmer’ın okul arkadaşı şöyle diyordu: "Artık utanmamam için bir engel yok." Sosyal medyada utanmazlığın yükselen bir değer olduğu konuşuluyor uzun zamandır. Umut yoksa utanmazlık yükselir. Foucault’nun ‘Kelimeler ve Şeyler’de gösterdiği gibi, insan nesneler arasında sadece bir özne olmadığını kavradığında, kendi anlayışının öznesi ve nesnesi olduğunda gerçekçi bir bakış açısı geliştirir. ‘Twin Peaks’te Heather Graham’ın canlandırdığı Annie şöyle söyler: "Çünkü Kızılderililer, yeni doğmuş bir bebeğin annesinin kalp atışını sevdiği gibi dünyayı severler. Neden hepimiz bu güzellikle iletişimimizi kaybettik? Belki de bir ormanı kurtarmak, her gün içimizde ölen bazı duyguları korumakla başlar - inkâr ettiğimiz o parçalarımız. Çünkü o iç toprağa saygı duyamazsak, o zaman yürüdüğümüz toprağa da saygı gösteremeyiz. Öyleyse, yeryüzünde nazikçe yürürken arkamızda basit bir miras bırakalım: Dünyayı seven ve onu kurtarmaya çalışan yeni savaşçılar, mistik savaşçılar... Çok teşekkür ederim."