Ülkemiz bir yol ayrımında… Diktatatörlükle demokrasi arasında bir seçimin eşiğinde sanatçıların meclisinden, oyunlardan ve filmlerden yansıyan çağrılarına kulak verelim.

Bataklıkta Godot’yu beklerken
Godot Geldi. (Fotoğraflar: BirGün)

Bugün 23 Nisan… ama ‘neşe doluyor insan’ diyemiyoruz. Çünkü endişeliyiz. Önümüzdeki seçimlerin hayatlarımız üzerindeki etkilerinin bilincinde olmamızdan kaynaklanıyor bu endişe. İktidarını kaybetme korkusunun doğurabileceklerinden endişeliyiz. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın geleceğine ilişkin kaygı duymaktan kendimizi alamıyoruz. Bugün, aynı zamanda ‘Milli Egemenlik Bayramı’. Türkiye’nin padişahlık rejiminden kurtulup, demokratik rejime geçmesinin bayramı… Türkiye’nin tüm renklerini kucaklayan ilk TBMM’nin kuruluşunun 100. yıldönümü. Giderek çok sesliliğini yitirse, halkın iradesini temsil etmekte yetersiz kalsa da bu Meclis’in önemini inkar edemeyiz. TBMM’ni işlevsiz kılan ‘tek adam rejimi’ne geçit vermemek elimizde… Peki, kişisel hırslarını ve/ya da ideolojik saplantılarını bir yana bırakamayanlara ne demeli? Bir oyun bile önemli olduğu bir seçimde egolarına yenik düşenlere dersini vermek seçmenlere düşüyor artık.

Sanatçılar, toplumumuza ilişkin kaygılarını ve beklentilerini ifade etmekten hiçbir zaman geri durmadı. Bu uğurda nice sanat insanımız yaşamını yitirdi ya da yıllarını zindanlarda geçirdi. Gerçek bir demokrasi özlemi sanatçılarımızı birleştiren bir duygu oldu. 12 Eylül diktasına karşı ilk örgütlü karşı çıkış olan ve daha sonra ‘Aydınlar Dilekçesi’ olarak nitelendirilen ‘Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler’ başlıklı metnin hazırlık çalışmalarını anımsıyorum. Bazı sanatçılar çeşitli kaygılar ileri sürerek imza vermekten kaçınmışlardı. Aralarında metni ‘hafif’ bulduğu için imzalamayacağını söyleyenler bile olmuştu. Ama 1300 aydın o karanlık günlerde bu metne imza atma cesareti göstermişti.

5 Mayıs’ta ‘Aydınlar Dilekçesi’nin kamuoyuna sunuluşunun 39. yıldönümü. Aradan geçen yıllarda, ülkemizde farklı siyasal görüşlerden iktidarlar geldi geçti, ama değişen fazla bir şey olmadı. 12 Eylül diktasının getirdiği siyasal İslam-finans kapital uzlaşmasının sonuçlarını halen yaşamaktayız. Yandaş sermaye grupları zenginliklerine zenginlik katarken, halkımız derin bir yoksulluk içinde. İfade özgürlüğünün kırıntısı kalmadı… İşte bu koşullarda bir araya gelen sanatçılar ‘Özgür Sanat Meclisi’ için bir çağrı yayınladı. İmzacıları arasında olduğum bu çağrıda, farklı siyasi çizgilerdeki sanatçıların yan yana durmaları anlamlıydı. Çağrıda, ‘Aydınlar Dilekçesi’nde yer alan taleplerin gerçekleşmediği belirtilerek, sanatçıların yaşadıkları ekonomik sorunlara, yasaklamalara, “ayrıştırıcı, ötekileştirici kimlik politikaları”na değinilerek, sanatçılar dayanışmaya, “eşitlikçi ve çoğulcu yurttaşlık hakkı ve özgür bir sanat ortamı için” Özgür Sanat Meclisi adlı bir sivil örgütlenmeye davet edildi. 

BATAKLIKTAN ÇIĞLIKLAR

Tepkisiz kalamayan sanatçılar yalnızca görüşlerini bildirilerle açıklamakla kalmıyor, üretimleri ile de toplumu uyandırmaya çalışıyor. Sinemamızda bunu yapmak çok zor. Çünkü ciddi bir maliyeti var film yapmanın. Gene de, cesur yürekler teslim olmuyor. Emin Alper’in “Kurak Günler”i, içinde yaşadığımız bataklığa ışık tutan bir yapıt olarak öne çıktı 2022 yılında. Bu hafta gösterime girecek olan “Karanlık Gece” de aynı bataklıkta çırpınan insanları konu alıyor. Sinemamıza “Sonbahar”, “Gelecek Uzun Sürer”, “Rüzgârın Hatıraları” gibi önemli yapıtlar kazandıran Özcan Alper’in bu filminde bir taşra kasabasının hoşgörüden yoksun bireylerinin vicdan sahibi bir insanı linç etmelerine tanık oluyoruz. Alper’in yönetmenliği, genç kuşağın en iyi yazarlarından Murat Uyurkulak ile birlikte yazdığı senaryosu ve Roy Imer’in görüntüleri kadar oyunculuklar da çok başarılı. Berkay Ateş, Cem Yiğit Üzümoğlu, Taner Birsel, Pınar Deniz ve Sibel Kekilli’nin rol aldığı bu filmi izlemeyi ihmal etmeyin derim.

Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde ‘En İyi Film’ ödülünü kazanan Ayşe Polat’ın “Kör Noktada” filmi de bataklıktan bir başka manzara getirip koyuyor önümüze. Cumartesi Anneleri üstüne bir film çekmek üzere ülkemize gelen bir Alman belgeselci, film ekibine yardımcı olan bir İnsan Hakları avukatı ile bir çevirmen ve onları izleyen bir ‘Özel Harekat’ ekibi… Daha fazlasını anlatmayayım, nasılsa bu film de gelecek sinemalarımıza. Tabi ki seçimden sonra… Ayşe Polat’ı ve tüm ekibi kutlamakla yetineyim şimdilik.

Festivalde gösterilen ve hemen ardından Netflix’de gösterime giren “Boğa Boğa” da bataklığın bir başka yönüne bakıyor. Filmin kahramanları (tabi ki anti-kahraman), halkın parasına acımasızca el koyan bir banker ve karısı ile bankeri cezalandırmak isteyen kasabalılar. Hakan Günday’ın senaryosuna, Kıvanç Tatlıtuğ ve Funda Eryiğit’in oyunculuklarına diyecek yok; ama yönetmen Onur Saylak’ın ana akım sinemanın gereksinmelerini karşılayan anlatımı, çok başarılı final sahnesini taşıyacak dozda kara mizah ögeleri içerebilseydi keşke… 

GODOT'YU BEKLERKEN

Sahnelerimizde de, içinde yaşadığımız bataklığa ışık tutacak oyunlar izledim son günlerde. Eskişehir Şehir Tiyatroları’nın Barış Erdenk rejisinde sergilediği “Macbeth”, iktidar hırsı ile kendi sonlarını hazırlayan bir karı-kocanın öyküsünü anlatıyor. Müzikal formunun oyunun özünü öne çıkartmaktan çok gölgelediğini düşünüyorum. İzmir Şehir Tiyatroları’nın “Üç Nalla Bir At”ı da, içinde yaşadıkları bataklığı anlamlandırmaktan aciz bir halkı konu alıyor. Anti-komünist bir oyun, her türlü otoriter düzene karşı bir yorumla ele alınabilir elbet, ama Hatice Altan’ın rejisi hareket unsurunu fazlaca öne çıkartarak, metnin içerdiği kara mizahın algılanmasını zorlaştırıyor. İktidardaki zorbalardan öğrendikleri yöntemlerle birbirleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan bireylerin zavallılığı günümüz siyaset ortamı için çok öğretici olabilirdi.       

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda izlediğim iki oyun ise, öz-biçim tutarlılığı açısından son yıllarda izlediğim en iyi yapıtlar arasında. Orhan Alkaya’nın yönettiği, Norveç’in büyük yazarı Henrik Ibsen’in soyguncu düzene karşı bir aydının direnişini anlatan “Bir Halk Düşmanı” oyunu, yazarın anlatmak istediklerini ustalıkla yansıtırken, sahnelerimizde az rastlanan bir estetik bütünlük ortaya koyuyor. Alkaya, Ibsen’in zaman ve mekân ötesine geçebilen metnini günümüz seyircisine ulaştırırken, tiyatro sanatının sahne tasarımından ışığa tüm ögelerinin hakkını veriyor. Başta Mert Tanık ve Müge Akyamaç tüm kadro yönetmenin yorumu ile müthiş bir uyum içinde. Tiyatro müziğimizin ustalarından Turgay Erdener’in bestelediği, Alkaya’nın bir şiirinden parçaların kullanılması oyuna çağdaş bir renk katıyor. Seyircisini aktif biçimde oyuna katarak, düşünmeye çağırıyor yönetmen: Dr. Stockman’ın ‘halk düşmanı’ ilan edilmesinde bizim de payımız olabilir mi? Evrensel bir soruna, çıkarları adına gerçeklerin üstünü örten siyasetçi ve iş adamları ile yardakçıları gazetecilerle, doğrularından taviz vermeyen bir bilim insanının çatışmasına değinen bu oyunu sergileyen İBŞT’nı kutlamak isterim.

Bir Halk Düşmanı

İBŞT repertuarındaki bir başka önemli oyunu, Yiğit Sertdemir’in rejisinden Arthur Miller başyapıtı “Cadı Kazanı”nı, ne yazık ki izleme şansım olmadı (artık seneye). Ama, “Halk Düşmanı”nın yanı sıra, bir başka oyun daha oldu ayakta alkışladığım: “Godot Geldi”. İrlandalı yazar Samuel Beckett’in İkinci Dünya Savaşı sonrası -1949’da- yazdığı ve dönemin umut-umutsuzluk ve varoluş sorunsalına ışık tutan başyapıtı “Godot’yu Beklerken”e göndermelerle dolu bir çağdaş metin, Karadağlı Miotrag Bulatovic’in “Godot Geldi” oyunu bir bataklıkta geçiyor. Bataklıkta devinen kahramanlarımız arasında Vladimir ve Estragon da var, efendi Pozzo ile uşağı Lucy’de, iyi niyetli fırıncı Godot da… Ragıp Yavuz, oyuncularından tam bir takım oyunu elde ediyor, metnin özünü vurgulayan bir biçem içinde. Sevgi Soysal’ın güzel Türkçesi ile dilimize kazandırılan oyunda efendi ile uşağı yer değiştiriyor, Vladimir ve Estragon çıkıp geliveren Godot’yu ölüme mahkûm ediyor. Bekleyişin anlamsızlığını, iktidarların el değiştirmesinin bataklığı kurutmaya yetmeyeceğini anlatıyor Bulatoviç ve onu ustalıkla yorumlayan yönetmen Ragıp Yavuz. Oyunda, Godot’yu oynayan Can Başak, “Siz niye böylesiniz?” diye sesleniyor Vladimir ve Estragon’a birinci perde sonunda, sonra da seyirciye dönüp yineliyor. Haksız değil elbette; yalnızca umut, yalnızca beklemek yetmiyor… Biz de soralım öyleyse, “Siz niye böylesiniz?”