Google Play Store
App Store

Kadın cinayetleri de diğer her şey gibi politiktir. Ataerki ve kapitalizmin kanlı bir işbirliği içinde olduğunu bir an bile unutmadan feminizmin antimilitarist ve antikapitalist olmak zorunda olduğunu haykırmalıyız.

Bataklıktaki sinekler

Ayçe Cansu Yaşar - Eğitimci 

Son birkaç haftadır Türkiye’nin gündemi; faillerin hâlâ bulunamadığı korkunç bir cinayete kurban giden 8 yaşındaki kız çocuğu Narin Güran, İstanbul Beyoğlu’nda sokağın ortasında iki erkeğin cinsel saldırısına uğrayan kadın, Van’da 27 Eylül’den beri kendisinden haber alınamayan üniversite öğrencisi Rojin Kabaiş ve Semih Çelik tarafından canice katledilen 19 yaşındaki İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in haberleriyle sarsıldı. Tüm bu haberlerin akabindeyse ana akım ve sosyal medyada suçun sebepleri, sonuçları ve müesses nizamla ilişkisi üzerine sağlam bir nedensellik zeminine oturmayan sarsak tartışmalar alevlendi.

Her türlü cinsiyet eşitsizliğinin iktidar eliyle “fıtrat” ya da “tarihsel evrim” makyajıyla örtbas edildiği, kadın kelimesinin önüne gelen “annelik” ve “ev hanımlığı” dışında kalan tüm sıfatların yok hükmünde sayıldığı, hemen hemen her gün kadına karşı şiddet ve cinsel istismar haberleriyle çalkalanan bir memleket gündemine rağmen arsızca kadınların nasıl gülüp nasıl oturacağının ve hatta kendi karınlarında büyüttükleri bebeklerini nasıl doğuracaklarının tartışıldığı; kadınların taciz, tecavüz, saldırı ve cinayetten korunmak için devletten değil de gündemdeki haberler sonrasında ivedilikle zamlanan biber gazlarından medet umduğu, sarayın tekelinde biçimsizleşen yargının sistematik olarak cezasız suçlar ürettiği, Dante’nin cehenneminin dokuzuncu katından hallice bir Türkiye panoraması var karşımızda. Bir de tüm bu aleni yozluğa, yobazlığa ve beceriksizliğe rağmen 22 yıldır kör topal vaziyette hükümranlığını sürdüren kokuşmuş bir iktidar…

Üstelik biliyoruz ki kadına yönelik şiddet, istismar ve cinayet vakaları sadece kamusal alanla ve manşetlerde okuduklarımızla sınırlı değil. Ünlü bir özel alan olarak “ev”; mahremiyet kisvesi altında kadınların emeğini görünmez kılıyor, zulmü ve eşitsizliği devamlı gölgeliyor. Her türlü kamusal alana, en işlek sokaklara dahi taşan vahşeti bile önleyemeyen, aksine bu vahşetin en azgın failine dönüşen bu kötürüm iktidarla mücadele etmek için çırpınırken ev içi şiddeti ve evdeki görünmeyen emeği ifşa etmek gibi çetrefil mücadeleler ikincil konuma düşüyor.

Aile kurumunun kutsallığını, ev hayatının dokunulmazlığını bahane ederek; Türk aile yapısını tehdit ettiğini ileri sürerek ev içi şiddet de dahil olmak üzere kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesine ilişkin standartlar öngören İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması iktidarın mevcut vahşete giden yolda attığı ayan beyan adımlardan yalnızca biriydi. Zulümden yana rıza imal eden, sermaye sınıfını oluşturan azınlığın keyfini ve şahsi çıkarlarını korumak için durmadan yoksulluk üreten, faili olduğu yoksulluğun yol açtığı sorunların faturasını başka şeylere keserek hedef şaşırtan AKP iktidarı; içine gömüldüğümüz karanlığın en açık seçik sorumlusudur.

İstanbul’da İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in vahşice katledilmesi, cinayetin işleniş biçiminin medyatik yönünün güçlü olmasının da etkisiyle, suçun nasıl ortaya çıktığı bağlamında hem ana akım hem de sosyal medyada bolca tartışıldı. Kendi algoritmik yankı odamızda yaptığımız kuru ve işlevsiz tartışmaların hiçbir yaraya derman olmayacağı gerçeği bir yana; bu tartışmaların çoğu, iktidarın bilinçli olarak yaptığı hedef şaşırtmalarla aynı istikameti izledi. Kimisi suçun inşasında gençlerin içine saplandığı yozlaşmış internet kültürünü hedef gösterdi, kimisi son zamanlarda yaygınlaşan bir internet kültürü olan “incel” kültürüne işaret etti, kimisi failin uyuşturucu bağımlılığına dikkat çekti, kimisi failin motivasyonunu satanizme dayanan okült ayinlerden aldığını iddia etti, kimi ailesini suçladı, en korkuncu da kimileri hâlâ çekinmeden katledilen mağdur genç kızların “rıza”sı üzerinden dedektifçilik oynamaya cesaret edebildi… Mağdur genç kızlardan birinin failin evinde vakit geçiriyor oluşu, mağdurlarla failin özel ilişkileri medyanın manipülasyonunun da etkisiyle göze sokularak suçu meşrulaştırmanın, zulmü normalleştirmenin yolları arandı. Suçun sebepleri aranırken her türlü spekülasyona başvuruldu, bu spekülasyonlar bozuk plak gibi dönüp dururken esas suçlu yine hedef oklarından tek bir sıyrık almadan yakayı kurtardı.

Peki, yana yakıla suçların ve suç kültürünün kaynağını ararken verebileceğimiz en kapsayıcı ve doyurucu cevap ne olabilir? Ekonomik krizlerin ve ekonomik krizlerin yol açtığı yoksulluğun suçla nasıl sıkı fıkı bir ilişkisi olduğunu tartışmaya dahi gerek yok. Günümüz Türkiye’sinin toplumsal ve kültürel görüntüsünde yüzeye çıkan çeteleşme, mafyalaşma, uyuşturucu kullanımı ve suç kültürü; dört yanımızı saran yoksulluğun ve çaresizliğin izdüşümü. Zenginlik insanı bozar da yoksulluk bozmaz mı?

Ekonomik kriz ve sermaye sınıfı krizden zarar görmesin diye iktidarın kemer sıkma politikalarıyla günden güne yoksullaştırılan geniş halk kesimleri; birkaç saatlik sosyalleşmeye ya da kültür-sanat etkinliğine katılacak maddi güce sahip olmayıp tüm gün dört duvar arasında internette vakit geçiren, gelecek kaygısıyla boğuşan, umutsuz gençler… Karşılıksız bırakılan ve sömürülen emek, sakatlanmış adalet inancı ve bunların sonucunda “kolay yoldan parayı kırma” motivasyonuyla illegal yollara sarılan, uyuşturucunun ya da internet altkültürlerinin zehirlemesine karşı savunmasız kalan gençlik… Bunların hepsi bir bütünün parçası. Suçun en azılı sorumlularından biri krizin de sorumlusu olan sermaye düzeni.

Sınırlı sayıdaki “biyolojik psikopatları” tenzih ettiğimizde bireylerin işlediği tekil suçların da politik ve toplumsal bir bağlamının olduğu açık seçik ortadadır. Durmadan sinek üreten bir bataklık var. Tekil olarak failler yalnızca sineklerdir. Öldürmekle de mahkûm etmekle de bitmezler. Bataklık ise bu sinekleri üreten çürük düzendir. Suçun kaynağının mide bulandırıcı sinekler değil de bu sinekleri üreten bataklık olduğu gerçeği sistematik olarak perdelenir. Dikkatler durmadan sineklere çekilir. Biz sinekleri tartışırken o bataklık binlerce başka sinek üretir. Bu bataklık kendini gizlemek için çeşitli yollar geliştirmiştir. Din ve milliyetçilik, bataklığın kendini gizleme yöntemlerinin başında gelir. Bataklığı ifşa etmeden ve bataklığın kökünü kurutmadan sinekleri bitirmek imkânsızdır. Sorun bireyde olmadığı için çözümü bireyde aramak boşunadır. Bataklığı kurutmanın yolu bilinçli, bütüncül, örgütlü bir halk mücadelesinden geçmektedir.

Kadın cinayetleri de diğer her şey gibi politiktir. Ataerki ve kapitalizmin kanlı bir işbirliği içinde olduğunu bir an bile unutmadan feminizmin antimilitarist ve antikapitalist olmak zorunda olduğunu haykırmalıyız. Din-devlet-ataerki üçgeninde bu toprakların kız çocuklarının mezarına dönüşmesini durdurmak için hem Türkiye’de hem de dünyada hâkim ideolojinin ataerkiyle olan ortaklığını yılmadan afişe etmek zorundayız.

“Kaybedecek neyimiz var? Canımızı mı alacaklar?” diyemiyoruz, çünkü bu bataklık canımızı da alıyor. Madem kaybedecek canımız bile kalmadı; cesurca ve kalabalıklaşarak bu bataklığın kökünü devrimle kurutmak zorundayız.