Bayrou’nun düşüşü, sokakların yükselişi ve Lecornu’nun zorlu başlangıcı: Fransa’da siyasal kriz
Bloquons tout, çok katmanlı bir toplumsal öfkenin ortak paydası. Fransa’nın geleceği, yalnızca kurumların değil sokaktaki toplumsal enerjinin de belirleyici olacağı bir döneme girmiş durumda. Bayrou’nun düşüşü, bu enerjinin hükümetleri yıkabilecek kadar güçlü olduğunu gösterdi. Şimdi asıl soru, bu enerjinin sistemin yeniden yapılanmasına mı yol açacağı, yoksa sadece geçici kriz yönetimleriyle bastırılmaya mı çalışılacağı.

Pınar KILAVUZ - Sosyolog / Sorbonne Üniversitesi
Fransa, François Bayrou’nun güvenoyu alamayarak tarihe geçen istifasıyla bir kez daha siyasal sarsıntı yaşıyor. Ancak asıl mesele, kimin başbakan olduğu ya da hangi hükümetin düştüğü değil; yıllardır çözülmeyen yapısal sorunların ülkeyi her yeni kabinede yeniden krize sürüklemesi. Sağlık sistemindeki personel yetersizliği, eğitimdeki eşitsizlikler, artan hayat pahalılığı ve sosyal devletin aşınması, yalnızca Bayrou’yu değil, ondan önceki ve muhtemelen ondan sonrakileri de yıkan temel dinamikler. Elysee Sarayı’nda isimler değişse de sokaktaki öfkenin kaynağı hep aynı kalıyor: Derinleşen temsil krizi ve halkın gerçek sorunlarına çözüm üretemeyen bir siyasal düzen.
BİR İLK: BAYROU’NUN ÇÖKÜŞÜ VE BEŞİNCİ CUMHURİYET’İN SARSILAN ZEMİNİ
8 Eylül 2025’te Fransa siyasetinde tarihi bir gelişme yaşandı. Başbakan François Bayrou, Anayasa’nın 49.1 maddesi uyarınca Parlamento’dan güvenoyu istedi. Bu girişim, yalnızca hükümetin geleceğini değil, aynı zamanda açıkladığı 44 milyar avroluk tasarruf planını da meşrulaştırmayı hedefliyordu. Oylamanın sonucu ise dramatik oldu: Sadece 194 milletvekili “evet” derken, 364 milletvekili karşı çıktı ve 15’i çekimser kaldı. Bayrou, Beşinci Cumhuriyet tarihinde güvenoyu alamayan ilk başbakan olarak tarihe geçti. Ertesi gün istifasını Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a sundu.
Bu olayı yalnızca bir hükümetin düşmesi olarak değerlendirmek eksik kalır. Aslında Beşinci Cumhuriyet’in kurumsal dengesinin, temsil mekanizmalarının ve yürütmenin toplumsal meşruiyetinin sorgulandığı bir dönüm noktasını yaşıyoruz.
44 MİLYAR AVRONUN BEDELİ: KEMER SIKMANIN EKONOMİK VE SOSYAL ANATOMİSİ
Bayrou’nun düşüşünün temelinde 44 milyar avroluk tasarruf planı vardı. Amaç, bütçe açığını azaltmak ve Fransa’nın Avrupa Birliği (AB) kriterlerine uyumunu sağlamak gibi görünüyordu. Ancak paketin yükü, büyük ölçüde hane halklarının omuzlarına yüklendi.
Planın ilk unsuru, iki dini bayramın resmi tatil olmaktan çıkarılmasıydı. Çalışma Bakanlığı hesaplarına göre bu değişiklik işgünü sayısını yılda 0,8 puan artıracak, verimlilikte yalnızca %0,2’lik bir artış sağlayacaktı. Yani ekonomik getirisi sınırlıydı ama sembolik anlamı büyüktü: Laiklik tartışmalarını tetikledi, dini hassasiyetleri incitti.
Daha kritik olan, sosyal yardımlarda ve kamu yatırımlarında yapılan kesintilerdi. Aile yardımları ve konut desteklerinde yaklaşık 6 milyar avroluk kesinti öngörülüyordu. Ulusal İstatistik ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü (INSEE) verilerine göre bu yardımlar 4,5 milyon haneyi doğrudan ilgilendiriyordu. Kamu yatırımlarında 10 milyar avroluk bir azaltma, özellikle yerel yönetimlerin eğitim ve enerji projelerini tehlikeye atıyordu. Centre-Val de Loire Bölgesi Başkanı François Bonneau, “Okulların yenilenmesi, enerji verimliliği ve güvenlik projeleri doğrudan durma noktasına gelecek” diyerek durumu özetledi. OECD araştırmaları da bu görüşü destekliyordu: Kamu yatırımlarında %1’lik bir kesinti, orta vadede büyümeyi %0,3 aşağı çekiyordu.
Emeklilik sistemine yönelik düzenlemeler ise en kırıcı noktalardan biriydi. Macron’un daha önce yürürlüğe soktuğu emeklilik yaşını 64’e çıkaran reformun sürdürülmesiyle birlikte düşük maaşlı emeklilere yönelik yardımlardan 2 milyar avroluk kesinti planlanıyordu. Demografik Araştırmalar Enstitüsü (INED) verilerine göre 65 yaş üstü nüfusun %22’si hâlihazırda yoksulluk riski altındaydı. Bu kesinti, toplumun en kırılgan kesimini hedef alıyordu.
Sonuç olarak, 44 milyar avronun yaklaşık 24 milyarı doğrudan sosyal kesintilerden geliyordu. Sermaye kazançları ya da büyük servetlerden alınacak vergiler gündeme bile gelmemişti. Bu nedenle plan, ekonomik açıdan dar kapsamlı ama toplumsal açıdan büyük maliyeti olan bir program olarak görüldü. INSEE verileri 2024’te hane halkı alım gücünün %3,5 azaldığını gösterirken, enflasyon %4’ün üzerindeydi. Böyle bir bağlamda sosyal devlete saldırı olarak algılanan bu paket, Bayrou’nun siyasi sonunu hazırladı.
FRANSA’NIN PROTESTO GELENEĞİ: 1968’DEN SARI YELEKLİLERE
Bayrou’nun düşüşünü hızlandıran “Bloquons tout” hareketini anlamak için Fransa’nın uzun protesto geleneğine bakalım. 1968 Mayıs’ında öğrencilerin ve işçilerin birlikte sokağa çıkması yalnızca ücret taleplerinin değil, rejimin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açmıştı. General Charles de Gaulle, bu krizden erken seçimle çıkabilmişti.
1997’de ise Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Parlamento’yu feshederek erken seçim kararı aldı. Ancak bu strateji geri tepti; sol iktidara geldi ve Chirac birlikte çalışmak zorunda kaldığı Lionel Jospin ile zor bir “cohabitation” (birlikte var olma) dönemine girdi. “Dissolution” (fesih) siyasi bir risk aracı olduğunu bu örnekte açıkça gösterdi.
2018’deki Sarı Yelekliler hareketi ise, benzin fiyatlarına karşı başlayıp kısa sürede eşitsizliklere dair geniş bir toplumsal öfkeye dönüştü. O hareket, Fransa’da halkın yalnızca sandıkta değil, sokakta da siyasi özne olabileceğini bir kez daha hatırlattı.
SOKAKLARIN SESİ
Fransa’da 10 Eylül’deki sokak hareketleri yalnızca “Bloquons Tout” ile sınırlı değildi; sendikalar, öğrenciler ve farklı toplumsal kesimler de eylemlere katıldı. Sosyal medyada örgütlenen ve “Her şeyi durduralım” çağrısıyla öne çıkan Bloquons tout, Bayrou’nun kemer sıkma planına tepkinin simgesi haline gelse de, aynı gün sağlık sektöründeki sendikalar hastanelerdeki 5,5 milyar avroluk kesintiyi protesto ederek greve çıktı, demiryolu çalışanları ve lise öğrencileri otoyol ve tren hatlarını bloke etti, üniversite gençliği barınma ve geçim sorunlarını dile getirdi. 10 Eylül’de Rennes, Marsilya, Lyon ve Paris gibi şehirlerde düzenlenen eylemler sırasında 430’dan fazla protesto gerçekleşti. 27 lise işgal edildi, otoyollar ve tren hatları bloke edildi, rafineriler ve limanlar durdu. 295 kişi gözaltına alındı. Bu çeşitlilik, protestoların yalnızca ekonomik değil, sağlık, eğitim ve kamusal hizmetlerin çöküşüne karşı bir tepki olduğunu ve Bloquons tout’un aslında çok katmanlı bir toplumsal öfkenin ortak paydası haline geldiğini gösteriyor.

MECLİSTE YAPAYALNIZ: SİYASİ YALNIZLIK VE MUHALEFETİN HESAPLARI
Bayrou’nun düşüşünde muhalefetin stratejileri de belirleyici oldu. Jean-Luc Mélenchon liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa (LFI), bu sonucu “halk zaferi” ilan etti. Sosyalistler, Blois’ta sundukları alternatif bütçe ile 26,9 milyar avroluk yeni gelir yaratmayı, büyük servetlerden alınacak vergilerle sosyal yatırımları artırmayı önerdiler.
Sağ cephede Bruno Retailleau, “Bir Sosyalist başbakanı asla kabul etmeyeceğiz” diyerek uzlaşı ihtimalini kapattı. Aşırı sağcı Marine Le Pen ise bu krizi bir “rejim krizine” dönüştürmek istedi. Jordan Bardella’nın “Meclisin feshi ne kadar hızlı olursa, bizim için o kadar iyi” sözleri, aşırı sağcı Ulusal Birlik’in (RN) stratejisini açıkça ortaya koydu.
BAŞBAKANLAR GELİR GEÇER, MACRON KALIR MI?
Bayrou’nun istifası, Cumhurbaşkanı Macron üzerindeki baskıyı artırdı. LFI ve RN’den “Macron gitmeli” çağrıları yükseldi. Bazı siyasetçiler Parlamento’nun feshedilmesini artık “zorunluluk” olarak gördü. Marine Le Pen’in “rejim krizi” söylemi ise Beşinci Cumhuriyet’in meşruiyetini doğrudan hedef aldı.
Macron, Anayasa gereği bir sonraki seçimlerde yeniden aday olamayacak. Ancak asıl mesele, geride nasıl bir Fransa bırakacağı. Sekiz yılda birçok başbakan değiştiren Macron’un adı, giderek artan eşitsizlikler, temsiliyet krizleri ve sokak hareketleriyle anılıyor. Halk, asıl sorumlunun başbakanlar değil, bizzat Macron olduğunu düşünüyor.
YENİ YÜZ, ESKİ YÜK: SÉBASTİEN LECORNU KİMDİR?
Macron, 9 Eylül’de 38 yaşındaki Sébastien Lecornu’yu başbakanlığa atadı. Genç yaşına rağmen siyasette uzun bir geçmişi olan Lecornu, Macron’un yakın çevresinde sadakatiyle tanınan bir isim. Yerel yönetimlerde deneyim kazandıktan sonra Çevre Bakanlığı’nda görev aldı, ardından Savunma Bakanı olarak Ukrayna Savaşı bağlamında ordunun yeniden yapılanmasında etkin rol oynadı.
Şimdi ise karşısında ağır dosyalar var. 2026 bütçesi, olağanüstü sıkışmış bir takvimle Parlamento’ya sunulmak zorunda. Enerji politikalarında nükleer yatırımlar ve yenilenebilir enerji dengesi, yeniden sanayileşme hedefleri ve dış ticaret açığını kapatma stratejileri masada. Ama en büyük sınavı sokakta. Bayrou’yu götüren toplumsal öfke, Lecornu’nun kapısında bekliyor.

ÇATIŞMADA ÇIKIŞ VAR MI?
Bugün yaşanan kriz, Fransa’da üç temel düzeyde okunabilir: kurumsal kırılganlık, toplumsal temsil krizi ve siyasal bloklaşma. Bir yandan Beşinci Cumhuriyet’in yürütme ağırlıklı kurumsal yapısı, Parlamento’da çoğunluk desteği olmadan işleyemez hale geliyor. Öte yandan, halkın Parlamento’ya güveni dramatik biçimde erozyona uğramış durumda. 2025 yazında yapılan anketler, Fransızların yalnızca %23’ünün Parlamento’nun ülkeyi temsil ettiğine inandığını gösteriyor. Ayrıca, siyasal partiler arasındaki kutuplaşma öylesine keskinleşmiş durumda ki, klasik uzlaşma yolları tıkanmış görünüyor.
Bu tabloyu siyaset bilimi literatüründe “rejimsel krizin önkoşulları” olarak okumak mümkündür.
Fransa için önümüzdeki dönemde üç senaryo öne çıkıyor:
1- Teknokratik idare ve statüko politikası
Cumhurbaşkanı Macron, yeni Başbakan Lecornu ile birlikte krizi düşük yoğunluklu bir “idare etme” stratejisiyle aşmaya çalışabilir. Bu senaryoda hükümet, AB’nin bütçe disiplinine uygun teknokratik çözümler geliştirmeye yönelir. Ancak bu model, meşruiyet açığını kapatmak yerine daha da derinleştirme riski taşır. Çünkü halkın öfkesinin kaynağı zaten “halkın sesine kapalı teknokratik yönetim” algısıdır. Bu strateji kısa vadede istikrar görüntüsü verse de uzun vadede siyasi erozyonu hızlandırır.
2- Parlamento’nun feshi ve erken seçim
İkinci olasılık, Parlamento’nun feshedilmesi ve erken seçime gidilmesidir. 1997’de Jacques Chirac’ın bu kararı, sağ için ağır bir yenilgiye yol açmıştı. Bugün benzer bir risk Macron için de geçerli. RN, feshi bir fırsat olarak görüyor ve 2027’ye giden süreci kendi lehine çevirmeyi hedefliyor. Ancak erken seçim, parçalı Parlamento’yu daha da parçalayabilir ve yeni bir istikrarsızlık dalgası yaratabilir. Dolayısıyla fesih, çözüm değil, daha büyük bir belirsizliğin kapısı olabilir.
3- Sokak hareketlerinin siyaseti dönüştürmesi
Üçüncü senaryo, sokak hareketlerinin kalıcı bir siyasal baskı mekanizmasına dönüşmesidir. “Bloquons tout” hareketi, yalnızca ekonomik talepler değil, temsil krizine dair bir öfkeyi de dile getiriyor. Siyaset bilimi literatüründe Pierre Rosanvallon’un “karşı-demokrasi” kavramıyla tarif ettiği bu dinamik, temsil kurumları tıkandığında halkın başka yollarla denetim uygulamasına işaret eder. Eğer bu hareket kalıcı bir toplumsal taban oluşturur, sendikalar ve sol partilerle birleşirse, siyasal sınıfı radikal tavizlere zorlayabilir. Bu tavizler arasında sosyal yardımların yeniden artırılması, zenginlik vergisinin gündeme alınması ya da bütçe açığının farklı yollarla kapatılması bulunabilir.
Bu üç senaryonun her biri kendi içinde riskler barındırıyor. Teknokratik yönetim, halkın gözünde meşruiyeti daha da zayıflatabilir. Fesih, parlamenter dengeleri daha da kırılgan hale getirebilir. Sokak hareketlerinin güçlenmesi ise siyasi sınıfı tavizlere zorlayabilir ama aynı zamanda düzenli bir siyasi temsil mekanizması üretemezse uzun süreli bir kriz ortamı yaratabilir.
Fransa’nın geleceği, kısacası, yalnızca kurumların değil sokaktaki toplumsal enerjinin de belirleyici olacağı bir döneme girmiş durumda. Bayrou’nun düşüşü, bu enerjinin hükümetleri yıkabilecek kadar güçlü olduğunu gösterdi. Şimdi asıl soru, bu enerjinin sistemin yeniden yapılanmasına mı yol açacağı, yoksa sadece geçici kriz yönetimleriyle bastırılmaya mı çalışılacağıdır.
SON SÖZ: HALKIN SESİNE KULAK TIKAYAN KALICI OLAMAZ
Fransa bugün yalnızca bir hükümet krizinden değil, çok daha derin bir meşruiyet krizinden geçiyor. Bayrou’nun düşüşü, Beşinci Cumhuriyet’in sınırlarını gözler önüne serdi. Ama bu sınırların aşınması sadece parlamentodaki sayıların değişmesiyle değil, toplumun gündelik yaşamına sirayet eden birikmiş sorunlarla ilgilidir.
Şunu unutmamak gerekir: Sokağa çıkmak anayasal bir haktır. Medyada sıklıkla mağaza yağmaları, yanmış bidonlar ya da polis araçlarının üstüne çıkan gençler gösterilse de bu görüntüler, protestoların özünü perdelememeli. Esas mesele, sandıkta seçimlerini yapmış ama beklediğini bulamamış halkın sesini duyurma çabası.
Bu söz, yalnızca ekonomik kesintilere değil, aynı zamanda toplumsal alanlarda süregelen yapısal eksikliklere gönderme yapıyor. Sağlık sektöründe yıllardır devam eden personel yetersizliği, hastanelerin kapanması ya da birleşmesi, kırsal bölgelerde doktor bulamamanın yarattığı öfke, protestoların önemli bir bileşenini oluşturuyor. Covid-19 pandemisinin ardından “alkışlanan” ama maddi olarak desteklenmeyen sağlık emekçileri, bugün hâlâ çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep ediyor. Bu durum, kamusal sağlık hizmetlerine güvenin aşınmasına yol açıyor.
Eğitim alanında da benzer bir tablo mevcut. Öğretmen maaşlarının düşüklüğü, sınıf mevcutlarının fazlalığı, altyapı eksiklikleri ve özellikle dezavantajlı bölgelerde fırsat eşitsizliği, ailelerin en büyük kaygılarından biri. Üniversite öğrencilerinin giderek artan barınma ve geçim sorunları, genç kuşakların devlete ve siyasete olan güvenini sarsıyor. Son aylarda lise ve üniversite öğrencilerinin eylemlere katılımı, bu şikâyetlerin sokakta daha görünür hale gelmesini sağladı.
Diğer alanlarda da tablo farklı değil. Kamu ulaşımında yatırımların ertelenmesi, enerji fiyatlarının yükselmesi, kırsal bölgelerde temel hizmetlere erişim sorunları, halkın gündelik yaşamında doğrudan hissedilen sıkıntılar. “Bloquons tout” hareketi bu nedenle yalnızca kemer sıkma paketine değil, birikmiş toplumsal sorunlara da tepkiydi.
Halkı gerçek sorunlarına kulak vermeden, kalıcı çözümler üretmeden hiçbir hükümet ayakta kalamaz. Macron, sekiz yılda birçok başbakan değiştirdi; ama halkın değiştirmek istediği kişi başbakanlar değil, bizzat kendisi. Üstelik Anayasa gereği Macron bir daha cumhurbaşkanı adayı olamayacak. Ancak mesele yalnızca onun geleceği değil, ardında nasıl bir Fransa bırakacağıdır. Eğer sağlık, eğitim ve sosyal devletin diğer alanlarındaki eksiklikler giderilmezse, Macron’un mirası sadece kısa ömürlü başbakanlıklar ve kalıcı bir toplumsal öfke olacaktır.
Bugün Fransa’nın geleceğini şekillendiren şey, Elysee Sarayı’ndan çok, sokaklarda yankılanan sloganlardır.


