Beau neden korkuyor?
Fotoğraf: IMDb

Sinema toplumsal koşullara tüm tarihi boyunca uyum sağlamıştır ve kendini yenileyen yapısı gereği de her daim kendine yeni boyutlar yaratmıştır. Artan ölüm kaygısı, zayıflayan sosyal bağlar, fiziksel ve sözsel şiddetin çoğalması, maddi açıdan temel ihtiyaçları dahi karşılayamama korkusu, komplo teorilerilerinin akıl sağlığına olumsuz etkileri; deneyimlediğimiz küresel salgın sonrasında bireyden aileye, aileden topluma değişen algı, tutum ve davranışları göz önünde bulundurduğumuzda, bu sürecin ardından gelen filmleri izlerken tüm bunları göz önünde tutmak gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan da hatırlayacaksınızdır, 1970’lerde Massachusetts Institute of Technology’deki (MIT) bilim insanlarının, toplumun düşüşünün ne zaman gerçekleşeceğini belirlemek için bir yöntem geliştirdiklerini. 2020 Kasım’da, Yale Journal of Industrial Ecology ise küresel uygarlığın önümüzdeki on yıl içinde en kötü ihtimalle de 2040’larda toplumsal çöküşün yaşanacağını öne sürmüştü. 2021 Temmuz’unda da MIT sunduğu yeni öngörüde de ‘ekonomik büyüme’ ile ilgili küresel öncelikler değişmezse, insan toplumunun 2040 yılına kadar çökme olasılığının ciddi boyutlarda olduğunu gözler önüne serdi. Tüm çöküş varsayımlarını, hikâye örgüleri içerisinde görselleştiren daha anlaşılır kılan 21. yüzyıl sinemasının en iyi örneklerinin bilim kurgu ve korku türüne ait olduğunu düşünmekteyim.

Kabus senaryoları bilimsel çalışmalarla iyiden iyiye kanıtlandıkça toplumda varoluşsal kaygıların arttığını görmemek için kör olmak gerek. Özellikle korku tür sinemasının, içinde bulunulan kaygı ve çöküş psikolojisine en uygun platformu oluşturduğunu da bu hafta vizyona giren Ari Aster’in “Beau is Afraid” (“Korkuyorum”) isimli filmi ortaya koyuyor. Her şeyden önce filmin ismi “Beau Korkuyor” ise filmin sonunda kendimize “Beau neden korkuyor?” sorusunu sormalıyız.

ARİ ASTER’E TESLİM OLMAK

Eleştiri yazısından ziyade sadece filmin bende çağrıştırdıklarına odaklanmak istiyorum.

Ari Aster’in “Beau is Afraid” filmi bir yanıyla tüm kabuslarımızın dışavurumu gibiydi. Normalin dışında olan, bilinçaltının yansıması olarak tanımlanan, sürreal bir dünyada geçen ancak gerçek dünyaya ve mutlu hayata olan özlemi anlatan Alman Dışavurumcu üslubun saf niyetleri bu filmde mevcuttu. Acı, umutsuzluk, sıkışmışlık, çaresizlik başlıbaşına zaten korkutucudurlar. Bilinçaltımızı tetikler, bilinçaltımız da kabuslarımızı. Sabahına tam hatırlamadığımız kabuslardır bunlar çoğunlukla. Kendimizi zorlar ve hatırlamaya çalışırız, hatırlayalım ki içimizden atalım isteriz ama başaramayız.

Filmin adeta ağzımı açık bırakan ve her açıdan eşsiz bulduğum ilk bölümünde, Beau’nun, yaşadığı mahallesine, dairesine, kendi bedenine sıkışmışlığı, kullandığı ağır kimyasal ilaçların halüsinojen etkileri ile gerçeklik duygusunun yok olarak zihninin bulanmasını karakterin garip sanrıları ve korkuları eşliğinde izlemek, insanlık travmalarının tarihini izlemek gibiydi. Beau’nun sonu gelmeyen ezici perişan haliyle serüvenlerini takip etmek bitkin düşürücüydü. Korkularına yardım edecek kimsenin olmaması ile, kaçacak hiçbir yerinin olmaması ile, düştüğü girdaplar ile üç saat boyunca izleyiciye adeta can çekiştirmek için oradaydı. Bu yoğunluk, keder, endişe, acı hisleri “Buradan asla çıkamayacaksın” korkusu ile birleşince kendinizi Ari Aster’in sinemasına teslim etmekten başka çareniz kalmıyor. Joaquin Phoenix’in mükem-mel bir performansla canlandırdığı Beau’nun, babasının ölüm yıl dönümünde annesini ziyaret etmek için eve dönüş yolunu bulması, filmin öncül kaba hikâyesini oluşturuyor. Ancak çılgın görseller, nasıl hayal edildiğine dahi hâlâ inanamadığım aşırı tuhaf ve soluksuz çılgın resimler, mükemmel mizansen, yaratıcı görsel efektlerle acayibin acayibi bir yüzleşme yaşanmaktaydı beyazperdede. Ve bu rahatsız yüzleşme bana kalırsa bir cehennemde yaşanmaktaydı. Cehennem ise hem toplumsal çöküş içindeki reel dünya, hem travmalar içerisindeki çökmüş aile hem kimyasallarla ayakta durmaya çalışan insan bedenlerine hapsolmuş ruhlardan oluşmaktaydı.

SIRADAN OLMAYAN İZLEYİCİ

Filmi yurtdışında bizlerden önce izleyen pek çok sinefil arkadaşım filme dair karışık tepkiler verdiler ama hepsinin ortak yorumu; filmin kendilerini sersemletmiş olduğu idi. Haklılar. "Midsommar", "Hereditary" ve "The Strange Thing about the Johnsons"ın arkasındaki ismin son filmi ile seyircisini sersemletmeyeceğini düşünmek abes olurdu zaten. Son derece yetenekli, yaratıcı bir beyin olan Ari Aster’in, A24 yapımı ile yollarının kesişmiş olması tesadüfi değil. Ve doğru stüdyonun doğru bir yönetmenle birlikteliğinin ne kadar önemli olduğunun da bir kanıtıdır bu film benim gözümde. Ve biliyoruz ki bu film A24’ün en pahalı filmlerinden biri ve bu kendini filmin her saniyesinde gösteriyor. Hatta bu filmi peyoteli izlemek nasıl olurdu acaba diye merak eden insanları da çok iyi anlıyorum! O derece tuhaf bir film! Kısacası sıradan bir izleyici olmadığınızı düşünüyorsanız bu harika bir film. Size en iyi tavsiyem, filmi bir deneyim olarak görmeniz ve keyfinize bakmanız, merak etmeyin Ari Aster yer yer gülümseterek üzerinizdeki gerilim hattını hafifletmeyi de iyi bilmiş.