Beden korkusu trajedisi
Fargeat’in cesur anlatımının ön plana çıktığı ‘The Substance’ın sonunda Elisabeth’in ‘bedenden kurtulma’ anı, ona sunulan tek huzur anı olarak sergileniyor; bu da meselenin derin trajedisini gözler önüne seriyor.
Coralie Fargeat’ın ‘The Substance’ (Cevher) filmi, çağdaş korku sinemasının çarpıcı örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Beden korkusu (body horror) alt türü değişen beden algısını ve yaşlanma korkusunu işlerken, aynı zamanda bireysel ve toplumsal travmaları da ele alıyor. Bedenin toplumsal ve bireysel kimlik üzerindeki etkileri, Fargeat’ın cesur anlatımıyla gözler önüne seriliyor. Kişisel olarak -beden korkusu- filmlerini pek sevmesem de, ‘The Substance’ beni etkileyen bir deneyim sundu. Film, güzellik standartları ve yaş ayrımcılığı tarafından ezilen kadın portresini belirgin ve çarpıcı metaforlarla çizerken, yaşlanmanın getirdiği çaresizlik hissini de Demi Moore’un harika performansı sayesinde ustaca yansıtıyor.
PORTAKAL RENKLİ KORİDOR
‘The Substance’ filminin dramatik yapısı, Elisabeth’in (Demi Moore) karaborsadan kendisine daha genç, daha güzel ve mükemmel bir versiyonunu vaat eden bir ilaç maddesi satın almasıyla başlıyor. Güzellik için üretilen tüm ilaçların bir toplamı gibi görmemiz gereken bu ilaç ile ‘Sue’ (Margaret Qualley), Elisabeth’in adeta yeni genç beden versiyonu olarak ortaya çıkıyor. Ancak, Elisabeth ve Sue’nun bilinci aynı anda açık olamadığından, birinin aktif olduğu sırada diğerinin bedeninin ‘şarj’ olmak için yedi gün dinlenmesi gerekiyor. Bu döngüyü sürdüremeyen Elisabeth ve Sue aynı kişi farklı beden üzerinden bir mücadele ve de çürüme yaşıyor. Hızlı tempolu beş dakikalık açılış sahnesinde, Elisabeth’in yaşlandığı, artık istenmediği ve kariyerinin sona erdiğinin vurgulanmasının ardından gelişen olaylar, kadınların yaş aldıkça değer kaybetmesini anlatan ortak bir bilinçaltının yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Film, Elisabeth’in güzellik standartları tarafından ezilen bir kadının portresini, oldukça belirgin metaforlarla çiziyor. Örneğin, portakal renkli holde yürürken ona eşlik eden gençlik ve başarı dolu eski fotoğrafları ve Sue’nun ise henüz duvarları boş olan aynı portakal renkli koridorda yürüyüş sahnesinin bu döngünün devam edeceğine işaret etmesi gibi. Veya zamanla çatlamaya yüz tutmuş Hollywood Walk of Fame yıldız imgesi ve deneysel bir zihinsel alan gibi hissettiren beyaz fayanslı banyo, bu çerçeveyi belirginleştiriyor.
SERMAYE VE FETİŞ OLARAK BEDEN
Toplumun ve eğlence sektörünün kadının sürekli genç kalması gerektiği yönündeki baskısıyla yüzleşen Elisabeth, bu beklentilerin gerçekçi olmadığını acı bir şekilde fark ediyor. Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde, Elisabeth bir randevuya çıkmaya hazırlanırken 20 yıl önceki haline benzemek için aynada defalarca makyaj yapmaya çalışıyor. Ancak, ne yaparsa yapsın o genç haline ulaşamayınca hüsrana uğruyor ve dairesinden çıkamaz hale geliyor. Bu sahne, filmin korku yönünün ötesine geçerek, bir kadının toplumun ona dayattığı güzellik standartlarıyla olan kişisel, derin mücadelesini gözler önüne seriyor. Sosyolog ve filozof Jean Baudrillard’ın bedenin hem bir sermaye hem de bir fetiş olarak üretim ve tüketim pratiklerine tabi olduğu tespiti, filmin temelini oluşturuyor bana kalırsa. Baudrillard, ruhu sarmalayanın beden olduğunu vurgularken, bu bedeni yalnızca çıplaklık veya arzu değil, aynı zamanda prestij ve moda göstergeleri olarak algılamamız gerektiğini de ifade etmişti. Biliyoruz ki, beden güzelliğine yönelik normlar, bireyleri utanç ve gizlenme duygusuna itiyor; medya, bu normları pekiştiren içerikler sunarak izleyiciyi ama özellikle de kadın izleyiciyi etkisi altına almaya acımasızca, kaygısızca devam ediyor. Televizyon programları, dergiler ve sosyal medya, ideal beden imajını sürekli olarak vurgularken, bireyleri kendi bedenlerini ‘kusur’ olarak görmeye de ne yazık ki ikna ediyor.
SESİ SONUNA KADAR AÇILMIŞ
Fargeat’ın bu filmi, görsel ve işitsel yönleriyle de dikkat çekiyor. Özellikle prostetik makyaj efektleri, izleyicide mide bulantısı yaratan bir etki yaratıyor. Cronenberg’in -beden korkusu- temalı filmleriyle kıyaslandığında, ‘The Substance’ bazı sahneleriyle çok daha agresif diyebilirim. Dennis Quaid’in restorandaki yemek yeme sahnesi ise iğrençlikte zirveye ulaşıyor. Bu sahnedeki ses tasarımı ise tüm ödülleri hak eden seviyede. Zaten film, izleyiciyi sürekli olarak ana karakter Elisabeth’in bakış açısına yerleştiriyor. Maddenin etkisi altındaki kadının dünyayı nasıl deneyimlediğini görüyor, onun duyduğu her şeyi duyuyorsunuz aslında. Dennis Quaid’ın canlandırdığı, Harvey (!) adını taşıyan yapımcı karakter, sahtekâr ve aşırı derecede iğrenç biri olarak tasvir ediliyor. Fazlasıyla abartılı ele alınan bu karakterin bilinçli bir tercih olduğu anlaşılabiliyor. Nihayetinde ‘The Substance’ evreninin, gerçeklikle bağını koparmış bir dünya yarattığını ve neredeyse fantezi bir atmosfer sunduğunu görmemiz gerekli. Filmdeki belirsiz bilgiler, filmin kurguladığı evrenin doğasını zaten ortaya koyuyor. Bu evren, belli bir yaşa ulaştığınızda her şeyin birden sona erdiği bir dünya. Film, Elisabeth’in düşüncelerini, duygularını ve korkularını, her şeyi abartılı ve üst düzeyde sunulduğu bir evrende somutlaştırıyor. Bu dünyadaki her şey ‘sesi sonuna kadar açılmış’ bir atmosferde ilerliyor. Bu, filmi sadece izlenen değil, aynı zamanda hissedilen bir deneyim haline getiriyor. Elisabeth’in içsel çöküşünü ve dış dünyanın ona karşı olan acımasızlığını daha da belirgin hale getiriyor.
DERİN TRAJEDİSİ
Finale doğru ilerleyen filmin dozunu artırdığı son yarım saatte, görsele yansıyan deforme insan nedense bana Quinten Massys'in 1513 tarihli ‘Çirkin Düşes’ tablosunu hatırlattı. Sanırım bu izlediğimiz meselenin ne kadar köklü olduğu kafamda dönüp durduğundan olsa gerek. O tablo beni hep rahatsız etti. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının tarihsel bağlamda nasıl şekillendiğini ele alan bu anlayışı anımsatan bu tabloda, yaşlı ve çirkin bir kadının karikatürize edilmiş biçimde sunulması, gençliğin yüceltilmesi ve yaşlılığın alay konusu haline getirilmesiyle sonuçlanmıştı. Sonuç olarak, ‘The Substance’ (Cevher), yalnızca bir korku hikâyesinin ötesine geçerek, yaşlanma, beden algısı ve toplumsal baskılar üzerine derinlemesine bir inceleme sunuyor. Günümüz dünyasında kadının bedeni üzerindeki baskıları gözler önüne sererken, izleyiciyi de bu baskılara karşı duyarlı hale getiriyor. Filmin sonunda Elisabeth’in portakal renkli koridorda ‘bedenden kurtulma’ anının, ona sunulan tek huzur anı olarak sergilenmesi ise meselenin maalesef ki derin trajedisini gözler önüne seriyor.