Yeni kitabı ‘Berberdeki Papağan’ ile okuyucularıyla buluşan Behiç Ak, “Hikâye anlatmak çok basit gibi görünen hayatları anlamlandırabilme özelliğine sahip bir sanat tarzı” diyor

Berberler sadece saçımızı değil zihnimizi de tarıyorlar
Fotoğraf: Gülbin Eriş

Ayşe YAZAR

Behiç Ak, çok sevilen roman koleksiyonunun yeni kitabı ‘Berberdeki Papağan’da yine felsefi ve toplumsal bir konuya ustaca değiniyor. Dünyanın en sıradışı berberinin koltuğuna oturan çoluk çocuk, kadın erkek herkes, kendini adeta sihirli bir tiyatro sahnesinde buluveriyor. Bu keyifli söyleşide biz de bu berber koltuğuna oturduk.

-40 yılı aşkın bir süredir yazıp çiziyorsunuz. Yaşamak, yazmak ve çizmek arasındaki sergüzeştiniz nasıl ilerliyor?

Yazmayı da çizmeyi de çok seviyorum. İnsanın kendi yazdıklarını resimlemesi de çok keyifli. Çizmenin yazmaya katkısının büyük olduğunu düşünüyorum. Çocuk hikâyeleri yazmaktan belki de bu yüzden çok hoşlanıyorum diyebilirim.

-Kuşlara yakıştırdığınız filozofluktan” Genelleme bir hastalıktır” gibi ifadelerle somutlaşan bir felsefi bakış açısı ile çocuklara hayata nasıl bakmak gerektiği üzerine bir yol açıyorsunuz. Genelleme nasıl bir hastalık? Uyumsuz olmak gibi kavramlar bu kitaba nasıl girdi?

Bu fikirler hikâyedeki papağana ait. Ona sormalı. Kendini bir türün içine sıkıştırılmasından rahatsız olan komik bir kuş. Bu da onu uyumsuz yapıyor haliyle. Aslında birçoğumuzda olan özellikler ama bunları dillendirmeyi çekiniyoruz. Hikâyemizdeki papağan kendisiyle çelişkiye düşmekten ve bunu ifade etmekten çekinmiyor. Edebi eserlerdeki eş zamanlı olarak hem kendi hem de zıttı olabilen karakterler vardır. Andre Gide, Dostoyevsky’nin bütün kahramanlarının öyle olduğunu söyler. Belki yazar öyle olduğu için.

-Yer değiştirip başka bir yere taşınan ailede herkes kendine yeni bir evren oluşturuyor. Haluk berberde dinlediği hikâyelerden, anne Ferhunde Hanım on beş kişiden oluşan WhatsApp gruplarından, baba Sadi Bey dört kişiden oluşan okey masasından oluşan bir dünyada yaşamaya başlıyor. Sonrasında hepsinin kasabanın berberinden geçen yolları, bambaşka kapılar açıyor bu dünyaya. Evren yaratmak fikrine insan ne zaman başvuruyor? Yazmak da sizin için (hem de okurlarınız için) bir evren yaratma sayılır mı?

Her hikâyenin kendine ait bir evreni var kuşkusuz. Onu baştan tasarlamayı sevmiyorum. Kendi kendine gelişmesine olanak tanımak istiyorum. Tıpkı karakterlerin kendini oluşturmasına izin vermek istemem gibi. Ama hikâyelerde mekânı çok önemsediğimi söyleyebilirim. Onun da bir ya da birçok karakteri var. Hatta hikâyedeki ana psikolojinin değişimine göre mekânlar da değişim gösterir. Bunu en belirgin bir şekilde Kafka’da görürüz. Şato'nun planını çizemeyiz değil mi? Çünkü o sürekli değişir, mekân, sadece mekân değil, değişen bir ruh halidir. Ben de hikâyelerimde mekânların psikolojik değişimine önem veriyorum. Ürkütücü, gizemli bir mekânın meğerse "burası eski bir okulmuş" diyerek sıradanlaşması gibi. İklim, rüzgârlar, havadaki nem hikâyenin kahramanları olabilir. Bu hikâyede de bunlar var. Tabii ki değişimleri de.

-Havada Asılı Kalan Top kitabınızda sözcük üretme ustası Zekiye aracılığıyla sözcükleri eğip büktüğünüzü ve hayli eğlenceli sözcükler ürettiğinizi gördük. Her kitabınızın kendine has bir havası var ve bunu her kitabınızda başka bir üslupla karakterize ediyorsunuz. Berberdeki Papağan kitabınızda dikkatimi çeken husus ise uyumsuz papağanın renginin kamuflaj rengi olan yeşilden seçilmesi, adına yakışmayacak hareketlilikteki kasabaya Durgun adının seçilmesi, Turhan Bey’e ceza olarak ömür boyu özgürlüğün verilmesi, sıradan kavramının Ferhunde Hanım’ın abartılı saç modeliyle anlatılması, hâkimin sessizliği sağlamak için değil de sessizliği bozmak için elindeki tokmakla kürsüye vurması gibi detaylar oldu. Uyumsuz gibi görünen bu detayları metne dâhil etme üslubunuz hakkında neler söylersiniz?

Hikâyenin mizahını oluşturan öğeler bunlar elbette. Aslında mizahın sıradanlaşmasını sevdiğimi söyleyebilirim. Sıradan her şey içindeki mizahı yani uyumsuzlukları gözlemeye götürür bu bizi. Sıradanlıkları kırar, aykırılıkları daha kolay kabulleniriz. ‘Hikâye anlatmak’ çok basit gibi görünen hayatları anlamlandırabilme özelliğine sahip bir sanat tarzı. Hikâyenin hayatımızdan çekilmesi, hayatın anlamını kaybetmesine neden olur ki, insanların edilgin olduğu dönemlere ait bir sorun bu. Edilgen, sorgulama yeteneğini kaybetmiş, konformist insan tipi günümüzün insanı ne yazık ki. Bu yüzden hikâye neredeyse tüm alanlardan çekildi. Edebiyatta da hikâyenin yerini ‘anlatı’ aldı. Çoğu İnsan vasatlaştırılmış hayatında kendini özne gibi hissetmiyor artık. Bu da büyük bir yenilginin kabullenişi aslında. İyi yazılmış bir çocuk hikâyesinin bu yüzden önemi çok büyük. Yetişkinlerle paylaşılmasının da.

-Berber İsmail’i okurken Murat Yalçın’ın Bilge Karasu berberde saçını kestirirken aralarında geçen bir diyaloğu aktardığı hatırası geldi aklıma. Bilge Karasu berberin yaptığı işi yazma sürecine benzeterek “Yazmak da böyle bir şey. Önce bir karıştırıyoruz sonra kesiyoruz, tarayıp düzeltiyoruz” diyor. Berber İsmail’in anlattığı hikâyeler ve kasaba üzerindeki rolü bir çeşit yazma pratiği gibi. Yazarlar okuru aracılığıyla Berber İsmail’inkine benzer bir rolü üstlenebiliyor mu?

Bu güzel bir metafor. Neden olmasın? Hikâye hayat gibi karıştırıp, tekrar düzeltmek sonra tekrar karmakarışık bir hale sokmak. Berberler sadece saçımızı değil, zihnimizi de tarıyorlar. Bir heykeltraş gibi bizi yeniden oluşturuyorlar adeta. Yazarların elbette ki düşünsel hayatın oluşumuna katkısı büyük, sizi bir hikâyeyi izlemeye değil, adeta yeniden birlikte yazmaya davet ediyor.

-Haluk berber koltuğuna oturduğunda” Koltuk değil, oda!” diye düşünüyor, Berber İsmail’in tarağı için “İnsanın saçlarını değil, düşüncelerini de tarıyor sanki” diyor. Uyumsuz papağan hoşlandığı kuşla ilgili gerçeği ayna aracılığıyla ayırt edebiliyor. Heykeltıraş iskarpelasını betimleme amacıyla kullanabiliyorsunuz. Kitabınızdaki olay örgüsünde insanlar kadar etkili olarak yer alan eşyalar, sizi nasıl etkiliyor?

İnsanların hayatlarının hikâyeleşmesiyle onlara etki eden her şey hikâyeleşiyor şüphesiz. Eşyalar, iklim, mekânlar, havada uçan kuşlar, bulutlar, her şey bir karakter haline dönüşüyor. Eşyaların, nesnelerin kendiliğinden bir hikâyesi de var. Sadece işlevsel nesneler değil eşyalarımız. İşlevlerinden arındıklarında birer sanat eserlerine dönüşüyorlar. Hani Marcel Duchamp'ın meşhur sözü vardır ya "Bana insanın yarattığı bir şey gösterin, sanat eseri olmasın". Hikâyeler sanki bu lafı doğrularcasına nesneleri sanat eseri haline dönüştürebilir. Bir kaşık artık sadece bir kaşık değildir. Bir başrol oyuncusudur.

-Haluk’un ailesiyle kasabanın dışındaki baraja yaptıkları gezi gezmenin ötesinde anlamlar ve etkiler taşıyan bir eyleme dönüşüyor. Durgun kasabasında yaşananları anlamlandırmaları için yaşamlarına uzaktan bakabilmeleri gerekiyor. Siz yazdıklarınıza ve çizdiklerinize uzaktan bakabilmeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Ben "yazdıklarıma uzaktan bakabiliyor muyum?" tam emin değilim ama bunu yapmaya çalışıyorum tabii. Hatta yazmak benim için daha çok bu demek belki de. Yazarken uzun aralar vererek yazmak bir ölçüde de olsa sağlıyor bunu. Hikâye yazma eylemimin bütününde "Yazı yazma kısmı, en çok vaktimi alan kısımdır" diyemem. Bazen saatlerce sadece yazdıklarımı okurum. Günler öyle geçer. Bazen de günlerce yazdıklarım üzerine sadece düşünürüm. Aklıma o hikâyenin gelişimi için çok doğru bir fikir gelmediyse asla yazmam. Ya da ilk aklıma gelen parlak gibi görünen fikirlerin esiri olmamaya çalışırım. Daha çok beklerim. İyi bir düşüncenin hikâyenin kapısından içeriye girmesini beklerim. O mutlaka gelir ve bana bazen birkaç sayfa bazen de sadece birkaç satır yazdırır.

Çizgi film izlemeyi çok seven çocuklar çizgi film yapma atölyesine katılma konusunda isteksiz davranıyorlar. Çizgi film yapma atölyesinde krizin yarattığı bir iş birliğine evrilen hikâye okura da bir son hayal ettirecek şekilde zihinlerde yankılanmaya devam ediyor. Bu konuda gerçek hayattaki gözlemleriniz ve çıkarımlarınız nelerdir? Kitabı neden böyle bitirmeyi tercih ettiniz?

Neden öyle bitirmeyi tercih ettiğimi bilmiyorum. Belki de bir tercih değildi. Hikâye öyle bitmesi gerekiyordu ve bitti. Çünkü sanatla yaşamın içiçeliğinin anlatıldığı bir hikâyede yaşamın nerede bitip sanatın nerede başladığı tam belli değil. Tüm hikâye bunun üzerinde dönüyor. Hatta hikâyede çocukların yaptıkları çizgi filmdeki karakterler bile her başka çocuğun eli değdiğinde değişime uğruyor. Bir metamorfoza uğruyor. Tıpkı papağanın kendisinin de pek sevdiği yaradılış öyküsünde olduğu gibi. Tabii ki burada okuyucunun yorumu da çok önemli. Hikâyenin içindeki farklı katmanlar arasındaki anlam değişimlerini yorumlaması, hikâyenin okuyucuda yarattığı çağrışımlar... Tabii ki bu hikâyeyi okuduktan sonra daha önce gerçek hayatta fark etmediği şeyleri fark etmesi. Tıpkı berberin anlattığı hikâyelerin kahramanlarımızın algısını değiştirmesi gibi. Ancak hikâyeye papağan girdiğinde, ağaçların üzerindeki binlerce papağanı fark etmek gibi.