42. İstanbul Uluslararası Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. 18 Nisan akşamına dek sürecek olan festivalin programında bu yıl Berlin Film Festivali’nde izlediğimiz yapımlar öne çıkıyor.

Berlin’den İstanbul’a

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, bir kez daha İstanbullulara bir sinema şöleni sunuyor. 134 uzun, 29 kısa metrajlı film içeren programda Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj, Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmalarının yanı sıra, farklı başlıklar altında yarışma dışı bölümler yer alıyor. 11 filmin seçildiği Ulusal Yarışmada, Adana ve Antalya’da izlediğimiz filmlerin yanı sıra, ilk kez seyirci ile buluşacak, genç yönetmenlerin imzasını taşıyan yapımlar var. Köprüde Buluşmalar bölümü de, yeni projelerine uluslararası destek arayan sinemacılara ciddi bir destek sunuyor. 

Cuma günü Kadir Has Üniversitesi’nde başlayan ve bugün sona erecek olan ‘Film Festivalleri, Fonlar ve Sinema Endüstrisi’ Sempozyumunda, festivallerin sinema sektörü açısından önemi üzerinde durulmuş olmalı. Adana ve Antalya Festivallerinde festivallerin başka yönleri tartışılmıştı. Festivallerin bir ülkede sinema kültürünün gelişmesi, yaygınlaşması adına üstlendikleri işlev tartışma götürmez. Bu bağlamda dünya sinemalarından örnekler sunarak, seyircinin -ve izleme zahmetine katlanan sinemacıların- ufkunu açan festivaller, yeni -ve bilinçli- seyirci kitleleri yaratarak, dolaylı biçimde sinema sektörüne destek verir. Bu desteğe hükümetlerin, yerel yönetimlerin ve özel sektörün omuz vermesi gerekir. İstanbul bu açıdan şanslı bir kent. Ana sponsordan yoksun kalsa da, her yıl yeni sponsorlar kazanıyor İstanbul Festivali. Kuşkusuz medyanın rolü de çok önemli. Ama ne yazık ki, ana akım medyanın sinemaya ilgisi magazinin ötesine geçmiyor, geçemiyor…

GÖK KUBBENİN SEDALARI

Berlin’de kaçırdığım Ayşe Polat’ın “Kör Noktada”sını, Onur Saylak ve Fikret Reyhan’ın yeni filmlerini merakla bekliyorum. İlk filmleri ile karşımıza gelecek genç yönetmenlerin filmlerinden de güzel sürprizler gelebilir elbette. Festivalin ilk günlerinde İstanbul’da olamadığım için (İzmir’deki festivalimiz yaklaşıyor, çalışmalar yoğunlaştı), ancak son haftanın filmlerini izleyebileceğim. Neyse ki, ilk günlerde gösterilen birçok filmi Berlin’de izlemiştim. Bugün bu filmlerden söz etmek niyetim. Ama, öncelikle iki noktaya değinmek isterim. Önemli yapıtlara imza atan belgesel sinemacıların yeni çalışmalarını içeren ‘Belgesel Kuşağı’nı ihmal etmeye gelmez. İlk günlerin programında yer alan “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri - Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgeselinin gösterimine katılamadım, ama Mesut Tufan’ın “Gök Kubbenin Sedaları”, Nedim Hazar’ın “Almanya Türküleri”, Derviş Zaim’in “Tavur” belgesellerini izleyebileceğim. Festivallerin geleneklerinden biri,  ustaların imzasını taşıyan klasiklere yer vermesi. İstanbul Festivali, 41 yıl boyunca pek çok ustanın yapıtlarından seçkiler sundu. Bu yıl da, tür sinemasının ustalarından William Friedkin’in filmleri var programda, kaçırılmaması gereken… 

KÜÇÜK EVRENLER

İstanbul Festivali programında Berlin’den çok sayıda film yer alıyor. Yarışma dışı bölümlerde sunulan Burak Çevik’in “Gidiş O Gidiş”inden Korhan Yurtsever’in “Kara Kafa”sına, Helin Çelik’in “Anqa”sından Engin Kundağ’ın “Ağrı” (Ararat) filmlerinin de aralarında olduğu yirmiyi aşkın yapımdan birkaçına değinmek isterim. 73. Berlin Film Festivali’nde Büyük Ödül Altın Ayı’yı kazanan Fransız yönetmen Nicolas Philibert’in -ülkemizde “Küçük Evren” adıyla gösterime girecek- “Sur l’Adamant” adlı filmi sinemada kurmaca-belgesel ayrımının gereksizliğinin bir kanıtı sanki. Paris’te Seine nehri üzerinde  engelliler için yaratılmış bir sosyal tesisin gündelik yaşamından kesitler ve birbirinden ilginç karakterler içeren film insancıl olduğu kadar gerçekçi bakış açısıyla seyirciyi nice kurmaca filmden daha fazla etkileme gücüne sahip.

Programda, dünyanın yaşamsal sorunlarına değinen filmler da var ama ağırlık bireylerin küçük evrenleri üzerinde yoğunlaşan filmlerde. “Oda Hizmetçisi” filmi ile tanıyıp sevdiğimiz Meksikalı yönetmen Lila Aviles’in “Totem”i küçük bir kızın gözünden bir aile panoraması çiziyor. “Totem” küçük sevinçlerin ardında ölümün gölgesinin hissedildiği bir ortamı hareketli bir kamera ve başarılı oyunculuklar eşliğinde sunuyor. Bir başka kadın yönetmen, Alman sinemasının ustalarından Margarethe von Trotta “Ingeborg Bachmann - Çölün Kalbine Yolculuk” filminde ünlü yazarın yaşamına damga vurmuş bir aşk öyküsünü, Bachmann’ın Alman Tiyatro yazarı Max Frisch ile fırtınalı ilişkisini ve özgürlük arayışını anlatıyor. Sırf Vicky Krieps’in performansı için bile izlemeye değer.

Alman sinemasının başarılı yönetmenleri arasında ön sıralarda yer alan Christian Petzold, “Kızıl Gökyüzü” filminde bir arkadaş grubunun Baltık denizi kıyısında geçirdikleri bir tatili anlatıyor. İnsan ilişkilerinin gizemli evrenini ve yaratıcılık sorunsalına duyarlı ve ironik bir yaklaşım içeren, başrollerden birinde Petzold’un eşi Paula Beer’in yer aldığı bu film, hızlıca tüketildikten sonra geride bir şey bırakmayan yapımlardan değil; seyircisine sorular sorduran bir film. Fransız yönetmen Philippe Garrel’e Berlin’de En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran “Pulluk” (The Plough / özgün (Fransızca) adıyla: Le Grand Chariot”) kuklacı bir ailenin fertlerinin aile, aşk ve sadakat kavramlarına bakışlarındaki farklılıkların altını çizerken, giderek yok olmakta olan geleneksel kültür ögelerine bir saygı sunuşu niteliğini taşıyor. 

AİLE SIRLARI

İspanya’dan Bask’lı yönetmen Estibaliz Urresola Solaguren’in “20.000 Arı Türü”, cinsel kimliğinden hoşnut olmayan küçük bir çocuğun dünyasını anlatıyor. Filmin 8 yaşındaki başrol oyuncusu Sofia Otero, Berlin’de en büyük sürprizin kahramanı olmuştu, En İyi Oyuncu seçilerek… Portekiz’den Joao Canijo, “Kötü Yaşamak” ve “Yaşamak Kötü” başlıkları altında ilginç bir ikili sunuyor. “Kötü Yaşamak” bir otel işleten kadınlar arasındaki ilişkilere odaklanırken, “Yaşamak Kötü”de, aynı zaman diliminde olup bitenler otelin müşterilerinin bakış açısından anlatılıyor. Görsel ayrıntılar konusunda titizliği, oyuncuların başarılı yorumları ile izlenmeyi hak eden bir yapım. Hareketli Amerikan filmlerine alışkın bir seyirci kitlesine tavsiye etmem.  

Cronenberg ustanın oğlu Brandon Cronenberg, babasını aratmayan şiddet sahneleri içeren bilim kurgu filmi “Infinity Pool” (Sonsuzluk Havuzu)’da, cinayet işleyen zenginlere kendi ‘klon’larını yaptırıp, onları ölüme gönderme şansı  tanıyan bir tatil beldesi anlatıyor. Dünyamızın geleceğine ilişkin karamsarlığınızın artmasını istemiyorsanız bu film size göre değil. Ama durun, belki de yarını değil de, sınıflar arası eşitsizliğin giderek arttığı günümüzü anlatıyordur genç Cronenberg.  

Berlin’den İstanbul’a gelen filmler bu kadar değil; Hong Sang-Soo’nun “Suyun İçinde”, Angela Schneiderîn “Müzik”, Rolf de Heer’in “Mutluluğun Sırrı” (The Survival of Kindness), Bas  Devos’un “Burada”nın aralarında olduğu başka filmler de var. İstanbul programında yer alan -Berllin’den gelmeyen- bir kaç yapıma daha değinerek bitirelim. Britanyalı kadın yönetmen Joanna Hogg’un ”Sonsuz Sır” (The Eternal Daughter) anne-kız ilişkisi üzerine gizemli ve duyarlı bir yapım. Amerikalı genç yönetmen Jesse Eisenberg, “Dünyayı Kurtardığında” (When you finish saving the world) adlı filminde başka çocukların eğitimi için didinirken, kendi çocuğunu ihmal eden bir kadını anlatıyor. Kuşaklar arası iletişimin yetersizliğini vurgulayan sıcak bir film...  Aile içi sorunlar bu yıl dünya sinemacılarının en çok üzerinde durduğu temalardan biri olmuş diyebiliriz. Bizim sinemacılarımızın da sıkça ele aldıkları bir tema… Bakalım, bu yıl ilk filmlerini izleyeceğimiz genç yönetmenler hangi temalara yönelmiş?