Beyrut: İzler
Semiha Durak
Güne Beyrut’un işgal haberiyle uyandım. Gözlerim hâlâ uykuluyken, telefon rehberimde, yanına “Beyrut” eklenmiş isimlerden birini seçtim ve bir süredir aklımı ne kadar meşgul etse de sürekli ertelediğim mesajı gönderdim. Londra’dan Beyrut’a uçuştu kelimeler.
Bundan tam yedi yıl önce, Beyrut’ta, bir aradalığın ve direnişin simgesi olan bu şehirde, nam-ı diğer Doğu’nun Paris’inde çektiğim fotoğrafları aradım buldum sonra. Mavi gözlü, beyaz başörtülü bir kadın, elinde nargile marpucu, sakin bir ifadeyle gülümseyerek dumanını kadraja doğru üflüyor. Fotoğrafın çekildiği mekân, şehrin sessiz bir köşesine gizlenmiş, küçük bir aile işletmesi olan Em Mirna isminde bir restoran. O güne dair her şey zihnimde hâlâ canlılığını koruyor: gülüşler, hikâyeler, sofradaki yemekler, tanıdık kokular ve insan sıcaklığı. Zamansız, sınırları aşan bir tarihin parçası olduğumu hissettiren, o eşsiz anlardan biriydi o gün. Lübnan ve Türkiye’nin iç içe geçmiş tarihlerini, yüzyıllardır Ermenilerin, Hristiyanların ve Müslümanların yan yana yaşadığı Beyrut’u bir de onlardan dinledik. Lübnan’ın karmaşık kimliğini mükemmel bir dille anlatan Amin Maalouf romanlarından birinde gibiydim. O sofrada, paylaştığımız kültürün sadece yemek ve geleneklerle değil, ruhlarımıza işlenmiş direnme gücüyle de derin bir şekilde bağlı olduğunu ve bu gücün mesafelere rağmen bizi nasıl yaklaştırdığını fark etmiştik.
Beyrut’ta tanıdığım en unutulmaz karakterlerden biri, aynı zamanda şoförlük de yapan rehberimizdi. İsmini hatırlamasam da Anthony Quinn’in “Zorba” karakterine benzeyen bu adamın, yaşanmışlıklarla dolu yüzü, zihnime kazınmış bir fotoğraf kadar net. Bizi Beyrut’un çevresindeki mağaralara, Bekaa Vadisi’ndeki bağlara ve Dürzi köylerine götürmüştü. Yol boyunca nadiren konuştuğu anlarda Lübnan’ın direniş tarihinden, George Habbaş’tan söz ettiğini hatırlıyorum. Ne zaman bir yer ismi sorsak ya da gitmek istesek, hep aynı şeyi duyuyorduk: “Mafi müşkila” — “Sorun değil.” Lübnan’da tanıştığım insanların, zorluklara rağmen hayatla baş etme şekillerini özetler gibiydi bu söz; her zaman bir yol, bir çözüm bulunur güveni veriyordu “Mafi müşkila.”
Bekaa Vadisi’nde gördüğüm en ilginç mekân, Hizbullah Müzesi’ydi. Direniş Müzesi olarak da bilinen bu müze, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesinin 10. yıl dönümünde, 2010’da açılmıştı. Vaktiyle Hizbullah’ın en önemli üslerinden biri olan bu alan, Lübnan’ın bağımsızlık mücadelesini anlatmak için müzeye dönüştürülmüştü ve Lübnan-İsrail çatışmalarını alışık olmadığımız bir perspektiften görme fırsatı sunuyordu. İçerideki bölümlerde, ele geçirilen İsrail askeri teçhizatlarının sergilendiği geniş bir galeri bulunuyordu. Dışarıda ise tanklar ve uçaklar sergileniyordu. Hizbullah’ın geçmişte kullandığı tüneller ve siperler de hâlâ duruyordu. İsrail’e ait askeri teçhizatların sergilendiği her köşe, sadece bir zaferin değil, aynı zamanda Lübnan’ın ve Filistin’in yaşadığı acıların da sembolüydü. Müzenin anlatısı, açık ve anlaşılır bir şekilde İsrail karşıtıydı. Aslında, sergilenen objeler, söze ihtiyaç duymadan tek başlarına her şeyi anlatacak güçteydi. Yıllardır süren bu korkunç döngünün, Filistin’deki işgal ve soykırım sona ermeden asla çözülemeyeceği açıkça görülüyordu. Hizbullah’a karşı düşüncelerim, politikasıyla ilgili hissettiklerim değişmiş değil elbette ama bu müzede gördüğüm, propagandanın ötesinde bir şeydi. Bir halkın haklı direnişine dair gerçek bir hikâye anlatıyordu.
Şimdi o hikâyeye bugünden baktığımda, Beyrut bir kez daha savaşın ortasındayken, şehrin yorgun, yılgın ve yıpranmış yüzünü düşünüyorum. Duvarları kurşunlarla delik deşik edilmiş, eski bir bina gözümün önüne geliyor; geçmişin izlerini hatırlatması için savaş anıtı gibi, şehrin orta yerinde duruyordu. Şimdi yanına yenilerinin eklendiğini bilmek içimi burksa da kendime hatırlatıyorum; kurşun delikleriyle dolu o bina, acılar kadar şehrin direnişine, her yara aldığında yeniden ayağa kalkışına da tanıklık ediyordu. Beyrut, savaşın yaralarını sinesine çekerek her defasında yeniden doğan bir şehir. Mesajıma anında gelen yanıt da bunu kanıtlar gibi:
“Adaletsizlik, barbarlık ve terörle kuşatıldığımız bu günlerde, yalnız olmadığımızı bilmek çok güzel. Bizleri düşünmeye ve burada olanları anlatmaya devam et lütfen. En küçük eylemin bile önemi büyük. Bir araya gelmeliyiz; ve herkes elinden geleni yapmalı. Çok teşekkürler.”
Tıpkı yedi yıl önce tanık olduğum ve hatırladığım gibi, Beyrut, acılar kadar, direnci ve umudu da içinde taşıyor. Em Mirna’dan gelen mesaj, Lübnan’ın ayakta kalma mücadelesini dünyaya hatırlatan insanlara, yalnız olmadıklarını, unutulmadıklarını söylemenin, sadece bunu yapmanın bile ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Mesaja iliştirilmiş üç kırmızı gülden aldığım güçle kelimelerden bir uçurtma yaptım; şimdi dünyaya bırakıyorum.