Aslında postmodernizm, Marx’ın Manifesto’da burjuvazinin egemenlik kurduğu dönemin tablosunu çizerken, “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor” diye resmettiği zamanların bu kez kapitalizmin iflasını haber veren çürümüşlüğünü anlatır.

Bilimin şiirle dansı
Romalı atomcu ve materyalist düşünür ve şair Lucretius Carus.

Seçim sath-ı mailine, eğik düzlemine girdi memleket; artık keyfe keder sonuçlarla, kamuoyu yoklamalarıyla, anketlerle belirsizliğin artmasından kendine çok iş çıktığı için pek memnun medya fena halde can sıktığı için, ne yapayım ben de uzaklaştım bu can sıkıcı alacakaranlıktan. Gittim pek karışık kitaplığımdan rastgele bir kitap seçtim. Bir tarihte ben dört duvar arasındayken Norgunk Yayınlarının soğuk Silivri’ye gönderdiği Evrenin Yapısı pek güzel, pek düşündürücü bir eserdir…

Eski çağlarda söyleyecek sözü olanlar, anlatmak istediklerini şiirle ifade ederlerdi. Hemen bütün dallarda, felsefe, bilim, sanat ve kültürde manzum konuşur, yazar, halk onları ilgiyle dinler, okurdu. Didaktik şiir deniyordu. Lucretius’un De Rerum Natura (Evrenin Yapısı) adlı şiiri de bu türdendir. Ne anlatıyor Lucretius? En başta şimdi parçalanmış bilgisine ulaştığımız, bilimin sırlarını bir bir çözdüğü atomları anlatıyor. İkinci çok değerli bulgusu hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağıdır. Üçüncüsü ve en çok da şiirsel olan bulgusu, evrenin sonsuzluğudur. Şöyle anlatır çağımızda bile kimilerinin burun kıvırdığı bu gerçeği Lucretius: “Bitimi yoktur evrenin evet, olsaydı / bir sınırı olması gerekirdi bir yerde / Ama bir şeyin nasıl sınırı olabilir / dışında onu sınırlayan bir başka şey yoksa.” (Çeviri Tomris-Turgut Uyar, s. 18-45, Norgunk Yayınları)

Lucretius’un büyüklüğü bu sürekli gelişen, kanıtlanan temel bilgileri büyük bir cesaretle İsa doğmadan yıllarca önce bilimsel gelişmeye bir önsezi olarak söylemiş olmasındadır. Daha sonra biliyoruz, parçalanamaz atom parçalandı. Doğanın diyalektiği kendini gösterdikçe hareket, madde ve enerjinin iç içeliği, hızı ve dönüşümü, bilginin sınırlarını kutsal kuşkunun ışığında genişletti. Mikro kozmosta geçerliliklerini her geçen gün ucu açık bir şekilde kendini gösteren kuantum yasaları, makro kozmosta da madde-enerji ve hareketin yasalarıyla buluşuyor. Şair değilse de, çünkü o uzaya karışmaya yazgılıdır, şiir tıpkı De Rerum Natura gibi bilge işi bir belgeye dönüşüyor; Lucretius’un uzgörürlüğü tıpkı iyi şiirin insanı şaşırtması gibi De Rerum Natura’nın dizeleri arasında parlıyor, bizim gökyüzümüzün cahilce kirlettiğimiz maviliğinde bir yıldız gibi kayıyor.

Şiirden söz ediyoruz, çünkü direnmeye gereksiniyoruz, çünkü gelişmeyi bilinmezlerle, bilinmezleri hurafeyle çözmeye çabalayanlar; resmi, anlatıyı, şiiri sona erdirmek isteyenler inatçıdır. İlerlemeyi metafiziğin çıkmaz sokağında söndürmeye yeltenenlerin, yok edemedikleri yerlerde zorbalığın, cehennem korkusunun desteğine başvurduklarını biliyoruz. O zaman bizim de devrimci yöntemimizle, materyalizmi metafiziğe kapı açacak bir şekilde yorumlayanlarla kavga etmemiz kaçınılmazdır.

Kirden korkma suyu da unutma...

Kapitalizmde bırakın ana akımı alternatifi de dahil temiz medya yoktur. Büyük bir içtenlikle çarpıtmaları gören, bilincine varan gerçekleri görmeye hiç değilse niyetli, ilkelere sadık medya da haklı savaşının içinde kirlenir. Bu nedenle sık sık kendine dönmeli, temizlenmeye zaman ayırmalı, kaba nesnelliğin içindeki şiiri görebilmek için tıpkı Lucretius gibi çaba göstermelidir.

Kuantum dünyasına dönelim; Newton ışığın parçacıklardan oluştuğunu “kanıtladı”, daha sonra Thomas Young 1800’lerin başında ışık ışınlarını iki minik yarıktan geçirmiş ve ekranda ışığın dalga yapısını gösteren izler oluşması ile ışığın dalga karakterini “kanıtlamıştı”. Thomas Young’ın deneyinden 100 yıl sonra, 1900’lü yılların başında önce Planck, ardından Einstein ışığın parçacık karakterinin de olduğunu “kanıtladılar”. Yarıklardan birinin içerisine veya arkasına bir detektör yerleştirip parçacığın o yarıktan geçip geçmediği gözlendiğinde, parçacık dalga karakterini bırakıyor parçacık karakterine bürünüyordu. Yani parçacığı izlemek ya da ölçmek onun davranışını etkilemekteydi. Peki, parçacığın davranış değiştiriyor oluşu onun “iradesi” olduğu anlamına mı geliyordu? Burada magazin dünyasına kulak verelim ki, materyalizmin Kopenhag dolaylarında nasıl “büküldüğünü” görme olanağı bulalım. Bu iddialar ortaya atılınca, yani parçacıkların davranışı, ona bakıp bakmadığımıza veya nasıl baktığımıza göre değişiyorsa, bu durum bilincin kuantum teorisinde bir karşılığı olduğu anlamına gelmez miydi? Kuşkusuz hemen kimileri, kendilerine “öncüler” adını takanlar bu durumu “Gerçeklik biz ona baktığımızda vardır” diye yüksek perdeden anlatmaya başladılar. Neyse ki, Einstein “Ay yalnızca ona baktığımızda var olmaz, o zaten vardır” dedi de metafiziğe doğru hızlı gidişin önü bir parça kesildi. Peki, gerçek nedir? Bugünkü bilgilerimizle söyleyebildiğimiz şudur: Çok haklısınız, dünyayı evreni duyularımızla algılarız ama dünya, evren, her şey, beynimiz de dahil bizim duyularımızdan bağımsız olarak vardır. Bu somut bir gerçektir, zaman ve uzam içinde varlık tüm hareketin maddenin aynı anlamda enerjinin kendisidir. Gözlem de atom altı parçacıkların bir eylemidir; parçacığın ya da dalganın eylemini değiştirmesi de bu kapsam içinde gerçekleşir. Çünkü gözlem de soyut, maddeden bağımsız duyularla anlatılabilecek bir süreç değildir. Gözlem gözlerimizin bir dış kaynaktan ışık dalgaları biçiminde enerji almasıyla gerçekleşir, yani “düşünüyorum öyleyse var” değildir. Işığın daha büyük eylemini ölçebildiğinizde yine nesnel bir gelişmeyle farklı bir süreçle karşılaşırsınız, Kopenhagcıların yaptığı gibi gerçeğin değil uzayın bükülmesinden söz edersiniz.

Aydınlanma sınavı

Aydınlanmanın modernizmin bu tarihsel gelişmenin karmaşık dünyasının kendine dönük, kimi zaman çok zayıf, kimi zaman acımasız eleştirilerini anlayabilmek için onların tarihselliğini görmek, anlamak gerekir. Aydınlanmanın ve modernitenin savunucuları bu özeleştiriden kaçındıkça, aklı insan denilen makinenin algı üreten bir fonksiyonuna indirgemek isteyenlere gün doğar. Onlar kapitalizmin çürüyen karakterine denk düşecek “felsefenin” peşine düşer, açtıkları ve cömertçe besledikleri mecralardan postmodernizmin kimi zaman muza, kimi zaman zehirli bir mantara benzeyen eserlerini, ne dedikleri anlaşılmayan ukala müelliflerini piyasaya sürerler. Aslında postmodernizm, Marx’ın Manifest’te burjuvazinin egemenlik kurduğu dönemin tablosunu çizerken, “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor” diye resmettiği zamanların bu kez kapitalizmin iflasını haber veren çürümüşlüğünü anlatır. Bütün mesele gerçeği “hakikat ötesi” adını verdikleri “post truth” markasıyla sis içinde yok etmektir.

Peşine düşeceğiniz bir şey yoktur derler özetle.           

Yok mudur?

Milyonlarca insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında umutsuzluğa kapılan Frankfurt Okulu’nun ünlü temsilcisi Adorno “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Adorno’nun kötümserliğini kimse paylaşmadı; tam tersine direnişin öyküsü ve şiiri hep yazıldı. Yine de varolan şiirin büyük felaketin hikâyesinden ibaret olduğunu söylemek gerek.

Şimdi bu devir kapanıyor, sona eriyor. Şiir bilimin yanı sıra kendine geniş bir alan açıldığının bilinciyle yeniden yükseliyor. Çağımız yeni Lucretiusların çağı olacaktır. Dinlerin efsunlu dünyasında kendine sığınak arayan şiirin zamanı tükendi. Şimdi bilimin büyüleyici dünyasında şiir kendine geliyor. İnsan kendine dönüyor, kendine dayatılmış kavramlar dünyasından bakmayı bırakıyor; kendinin, kendi eyleminin öznesi olmayı başaracağını biliyor artık.

***

Akşam oldu, alacakaranlık karanlığa dönüştü. Şehrin ışıkları yandı. Şimdi yeniden güncelin sıkıcı gerçeğine dönmenin zamanıdır. Ara vermek hoş görülebilir, ama kaçmak doğru olmayacaktır...