Korkunç bir deprem yıkımı daha yaşanıyor.

Toplum olarak içimiz acıyor. Acının aşırı ağırlığı, doğal olarak, bir taraftan toplumsal dayanışmayı, diğer taraftan da sorgulamayı, çok haklı ve yoğun kılıyor.

İnsanlar, geçmiş depremlerden sonra yaşanan bağışlanamaz yanlışlara bakmadan, “imar aflarına”, “deprem vergilerinin” nasıl kullanıldığına ve iktidarın bilerek göz yumduğu “kaçak yapılaşmalara” aldırmadan, varıyla, yoğuyla, yardıma koşuyor; görülmedik ya da göz yaşartıcı bir duyarlılık, yardımlaşma ve dayanışma sergileniyor.

Ancak, tüm ülkede toplumsallaşan yardımseverlikler ve bunlara eklenen dış ülkelerden gelen destekler, göçük altındaki insanları bir an önce kurtaracak çözüme dönüşmüyor.

Yaşanan çözümsüzlüğün “görünen yüzü”, iktidarın ilgili kamu kurumlarını, deneyimsiz yandaşlarıyla doldurarak tam anlamıyla çalışamaz durumu getirmiş olmasıdır.

Yine de toplumsal duyarlılık ile çözümsüzlük arasındaki bu büyük kopukluğunun ya da uçurumun nedenlerinin açıklanması ve tekrarlanmaması için neler yapılması gerektiğinin incelenmesi gerekiyor.

Bunun için de, bu çok acılı günde de, yaşanan sürece bilimsel bakılması gerektiğini ısrarla ve inatla vurgulamak gerekiyor.

Güney Kore, bilimsel bakışın bir örnek ülkesi olabilir.

KURTARMAK İÇİN

Deprem ile ilgili haberlerde, beton-demir kalıntılarını Hyundai marka iş makinalarının kaldırdığı görülmekteydi. Bilindiği gibi, Hyundai bir Güney Kore girişimidir. O ülkenin dilinde Hyundai bizim toplum olarak yıllardır unuttuğumuz “çağdaş” anlamına geliyormuş.

Her neyse, tarihe dönelim. Türkiye, 1950 Haziran’ında G. Kore’nin kuzeyinden gelen saldırı ve işgalden kurtarılması için o ülkeye asker göndermiş ve binlerce gencini toprağa vermişti.

Sonra ne olmuştu da tam 72 yıl sonra Güney Kore’nin üretimi makinalar, toprağın altından bizim insanımızı çıkarmaktaydı?

Türkiye toplumu, burada durmalı ve kendisi bilimin yol göstericiliğinden uzaklaştırılırken G. Kore’nin nasıl kurtarıcı durumuna geldiğini anlamalıdır.

Güney Kore’nin o tarihten sonra gerçekleştirdiği şaşırtıcı ekonomik ve toplumsal gelişmesini araştıran çok sayıda bilimsel çalışma var. Burada, yalnızca, o ülkenin gelişmesinin birinci derecede belirleyicisi ya da temel etkeni olduğu konusunda üzerinde görüş birliği bulunan bir uygulamaya değinilecektir.

Bu amaçla, öce şu fotoğrafa bakalım: Uluslararası en son verilere göre 2021’de G. Kore’nin kişi başına ortalama geliri 31 600 dolar; aynı yıl, Türkiye’nin kişi başına ortalama geliri de 8 500 dolardı.

Oysa, 1950’de, Türkiye’nin kişi başına geliri 1 818 dolar; kurtardığımız günlerde, G. Kore’nin kişi başına geliri de bunun yarısından daha az, 770 dolardı.

Araştırmacıların görüşüne göre, Türkiye ile G. Kore arasındaki bu çok büyük gelir farkını açıklayan en önemli sayısal gösterge GSYH’den Araştırma ve Geliştirmeye -AR-GE ayrılan paydır. Yine aynı yılın (2021) verilerine göre bu pay Kore’de yüzde 3,36; Türkiye’de yalnızca yüzde 1,13 dolayındadır. Bir başka anlatılma, G. Kore yıllık üretim değerinin yüzde 3,36’sını bilimsel gelişmeye ayırırken; Türkiye, bunun üçte bir kadarını bilimsel gelişmeye ayırıyor.

Ülkemize daha yakından bakalım. Araştırma geliştirme çalışmaları üç öbekte ya da kurumsal yapıda toplanır; üniversite, özel kesim ve kamu araştırma kurumları.

Karşılıklı etkileşim ve eşgüdüm içinde çalışması gereken bu kurumlarda AR-GE yapılabilmesi için, öncelikle, bilimsel araştırma özgürlüğünün var olması gerekir. Nitelikli eğitim, kurumlaşma ve kaynak ayrılması ile süreç tamamlanır.

G. Kore on yıllardır bilimde sıçrama yaparken, Türkiye’nin bugünkü durumuna kısaca bakalım.

Ülkemizde özel kesim genel olarak AR-GE yapma gereği duymuyor. “İnşaat Ya Resulallah” yaklaşımıyla, depremde kolayca yıkılan yapılar yapıyor; rant gelirine sarılıyor. Geriye kalan iki öbeğin, üniversitelerin ve kamu araştırma kurumlarının durumu da niteliksel olarak özel kesimden çok farklı değil.

Önce, Türkiye’nin eğitimi, bir bütün olarak, bilimsellikten tümüyle uzaklaştırıldı. Sonra, bilimsel araştırmanın ana kurumu olan TÜBİTAK’a el koydu; DPT’yi yok etti; üniversitelerin bilimsel bilgi üretimi, üniversite özerkliği ve araştırma özgürlüğü yok edildiğinden iyice kurutuldu. Boğaziçi Üniversitesinin başına örülen çorap bunun somut bir göstergesidir. Üçüncüsü, kamu araştırma kurumları da bilimsellikten iyice uzaklaşmış bulunuyor. Bu konuda fazla söze gerek yok, TCMB’nin bilim dışı faiz politikası ve TÜİK’in kimsenin inanmadığı istatistikleri her şeyi açıklıyor. Çok daha korkuncu AKP iktidarı depremle ilgili haberleşmeye sınırlama getiriyor; bilgiden korkuyor.

Bu korkunç deprem bir kez daha kanılıyor ki, kurtarmak için öncelikle bu iktidardan kurtulmak ve sorunlara bilimsel çözüm aramak gerekiyor.

Bu yapılmadıkça, Türkiye toplumu, kurtardığı ülkenin ürettiği makinalar deprem enkazı kaldırırken bir türlü sonu gelmeyen gözyaşlarına boğulur.

*Ülke siyasetinin önde gelenlerinden, birlikte çalışma olanağı bulduğum, önceki dönem CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı yitirdik. Ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyor; ailesine sabır ve başsağlığı diyorum; ışıklar içinde olsun.